Yaratan, rızıklandıran, acziyet
ve cehaletimizin şaşkınlığında başı boş bırakmayıp hayatımıza en güzel düzeni
koyarak bizleri şereflendiren Yüce Rabbimize hamd’u senalar olsun.
Bizlere
karşı şefkat dolu yüreğiyle, gece gündüz durmadan çalışarak, ümmetin kurtuluşu
için gösterdiği üstün gayret ve hassasiyeti bizlere miras bırakan Efendimiz
(s.a.v.)’e salât ve selam olsun.
Ve Allah (c.c.)’ın selamı, rahmeti ve
bereketi; Rasûl’ünden teslim aldığı bayrakla, Allah Rasûlü’nün yatmadığı rahat
yatağı kendi nefsine de hoş görmeyerek, İslam davasının salahiyeti için
rahatını feda eden ashabının ve onlara tâbi olan Salihlerin, alimlerin,
şehidlerin ve bu uğurda gayret sarf eden bütün mü’minlerin üzerine olsun.
Zekât;
üzerinden belli bir zaman geçmiş olarak, belli miktarda bir malın (ki malın
çeşidine göre değişir) bir miktarını vermek manasına gelen ve bu şartlara sahip
her mükellef müslümana FARZ olan ibadetin adıdır.
Fert
ve toplum olarak Allah’ın yarattığı fıtratı kaybedenler, çeşitli alanlarda
sarsıntı yaşamaya mahkûmdurlar. Çünkü denge bozulmuş, değerler alt üst
olmuştur. Kaybolan her değer bir fay hattı oluşturmakta ve sık yaşanan
sarsıntılar neticesinde toplumda çöküşler meydana gelmektedir.
Yüce rabbimiz sarsılan ve çöküntüye uğrayan
hayatımızı üç ana direkle sağlamlaştırmak istemektedir. “huşu ile namaz kılan
erkekler ve kadınlar, zekat veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve
kadınlar …”(Ahzab 35)
Rabbine karşı kişisel
sorumluluğu olan namazla benliğini tanıyan insan, toplumsal sorumluluğu olan
zekatla medenîleşmekte, oruç ile de
psikolojik ve bedensel sağlığını muhafaza etmektedir.
İnsan
mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılması hasebiyle nefsine, herhangi bir
makama ve hatta mala kulluk yapamaz. Namazla Allah (c.c.)’dan başka hiçbir
makamın önünde eğilmeyeceğini ilan ederken, oruçla nefsinin iplerinin elinde
olduğunu, zekatla ise mala-mülke ram olmayacağını gösterir. Bu haliyle “De ki,
benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)
içindir” (En’am 162)ayetini yaşamaya namzet olmaktadır.
Yüce
Rabbimizin “halifem” dediği insan; cömertlik, merhamet, yardımlaşma, adalet ve
muhabbet gibi duygulara sahip olmakla medenîleşir ve bu şekilde diğer
mahlukattan üstün olmaya hak kazanır hale gelir.
Ayrıca bu hasletler, sosyal dengeyi
oluşturmada da son derece önemlidir.
Zayıfa, yaşlıya acımanın olmadığı, hak
hukukun gözetilmediği, fertlerinde cimrilik ve bencilliğin hâkim olduğu toplumlar
asla medenî sayılamadıkları gibi sağlam bir sosyal yapı da oluşturamazlar.
Böyle olan toplumlarda insanlar, güçlü zayıf, zengin fakir olarak sınıflara
ayrılır ve toplumda daimî bir düşmanlık havası hâkim olur.
Sınıflar arasındaki uçurumu kapatmanın
yolu sadece işçilerin hakkını savunmak ve mal mülk sahibi herkesi acımasız,
zalim, sömürgeci burjuva ilan etmek ve zengin olmayanlarda, aşağılık kompleksi
uyandırıp duygularını tahrik ederek düşmanlığı arttırmak değildir
elbette. Bu yöntem, ancak toplumu bölerek, anarşi ve istikrarsızlığın doğmasına
sebep olacaktır.
İslam ise her konuda olduğu gibi bu
sorunu da fıtrata en uygun ve en doğal yöntemle çözüme kavuşturmuştur.
Oruç
muhtacın halini anlamaya vesile olup, merhamet duygusunu geliştirirken, zekat
ile de toplumda cömertlik, yardımlaşma ve muhabbet havası hâkim olacaktır.
İnsan kazandıkça kalbinde mal sevgisinin
artmasına, Rabbine ve insanlara karşı sorumluluklarını unutarak, bencilleşmeye temayüllüdür.
Mal sevgisi duruma göre can sevgisinden
daha kuvvetlidir. Daima kazanıyor olmak kazancını kendinden bilmesine ve onu
veren asıl mülk sahibini unutmasına neden olabilir. Bundan dolayı şımarmaya
başlayan zengin acziyetini unutmaya, muhtaca yardım ve merhamet duygularını
yitirmeye başlayacaktır. Malî gücünün artması zamanla kendini müstağnî (ihtiyaçsız)
görmesine sebep olarak insanlarla ilişkisini koparmaya götürecektir.
Bencilliği ile yalnız bir hayata
sürüklenen insana bir ilaç gibi sunulan zekât ibadeti, malı ona verenin
Allah(c.c.) olduğunu, kazanma vesilesinin ise diğer insanlar olduğunu ve
dolayısıyla malında, Allahın da kulların da hakkı olduğunu hatırlatarak kopmaya
başlayan bağları yeniden sağlamlaştırır.
Yüce Allah (c.c.) toplumda fakirlerin ve
zenginlerin varlığı ile bir denge kurmuş ve gelişmeler, fakirin bedensel gücü
ile zenginin malî gücünün (emek+ sermaye) birleşmesi neticesinde meydana
gelmiştir. Bu açıdan fakirin zengine olan ihtiyacı gibi, zenginin de fakire
ihtiyacı vardır. Çünkü fakir zenginin işlerinin yardımcısı, mallarının
emanetçisidir.
O halde aralarındaki kardeşlik ve
muhabbet her iki açıdan da ciddi önem arz etmektedir. Buna rağmen zengin
farkında olmadan belki de fakirin hakkına girecek veya konumu gereği kalbini
kıracaktır. Gayri ihtiyarî harama düşme ihtimalini de hesaba katacak olursak
zekat; fakir ile arasında oluşmaya başlayan uçurumu dengeleyerek muhabbeti
tazeleyecek ve malında haram karışma şüphesi olan kısmını temizleyecek olan
manevî bir can simidi olarak karşımıza çıkar. Bu vesile ile mal sahibi, nefsi
ve malı arınmış olarak Rabbinin huzuruna çıkacaktır.
Bu arada Veren el olmanın hazzını yaşayan
zengin başkasının malına tamah etmekten de arınarak asilleşir ve asla
sömürgeciliğe tenezzül etmez hale gelir.
Patronun, zekat vererek hem Allah
(c.c.)’ın hem de kulların hakkını gözettiğine şahit olan işçiler, işçi-patron düşmanlığına
girmeyecek ve toplum komünizm tehlikesinden de uzaklaşacaktır.
Buna rağmen zekât maldan ciddi bir
eksiltme değil, bereketlendirmedir. Korkaklık ömrü uzatmayacağı gibi,
cimrilikte malı çoğaltmaz. Birini Allah (c.c.) için veriyorsan otuz dokuzu sana
kalmaktadır. İnsan en azından bu kadarını tam hesap etmeli, verdiğine değil
kalana bakmalıdır. “Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babasından bir salkım
üzümü esirgemiş” misali olmamalı, Rabbinin ikramı ile kazandığı malından yine
Rabbine verirken cimrileşerek asaletini kaybetmemelidir.
Bu
durumda bize düşen, bu kadar hikmeti, koyduğu bir kanunla gerçekleştiren Yüce Allah (c.c.)’ın önünde
saygı ile eğilerek, bütün kalbimizle Said Nursî Hazretlerinin ifade ettiği şu
cümleyi söylemek olacaktır: “İslam’ın bir
hakikatine bin canım olsa feda etmeye hazırım.”
İslam
toplumunda bir fakirin ihtiyacı bu kadar düşünülerek kırkta bir kuralına
bağlanmıştır. Bu gün ise İslam yaşanmadığı için Yüce Rabbimizin ve kullarının
hakkının çiğnendiği, zulmün yangın gibi İslam âlemini sardığı ve mazlumların;
“akan kanlarımızı durdurmak için katından yardımcılar gönder” diye yalvararak
gözlerini şafağa dikerek bekledikleri bir zamanı yaşıyoruz. O halde Müslüman
için,farz olan zekâtı eda ederek ve infak şuuruyla davasını güçlendirmeye
çalışması ayrı bir önem taşımaktadır.
İslam
davasının en zayıf olduğu yılların öncüleri sahabe nesli, ahirete yatırım
şuuruyla, bir kardeşinin ihtiyacı olduğunda ve cihad için gerekli olduğunda
vermekten geri durmamıştı. Kadın-erkek, zengin-fakir elbirliği ile toplanan
infaklarla Mekke fethedildi, düşmanlar dize geldi.
Bu gün;“Ey Rabbim (Tevhid) kelimen yüce
olsun diye doğacak öncü neslin uğrunda malım, canım feda olsun” diyecek
neferler ne kadar da şanlıdırlar.
Bu gün; Müslümanların zekât ve
sadakalarını, İslam kardeşlerinin ve Allah (c.c.)’ın davasının yarasına merhem
olmak için “fî sebîlilleh” “Allah yolunda” verme günüdür.
Dolayısıyla bu gün hedef; sadece bir
fakirin rahat nefes alması değil, el birliği ile binlerce fakirin, binlerce
mazlumun, bir ÜMMETİN KURTULUŞU olmalıdır.
Allah’u Teâlâ, Kur’an’ı Kerîm’de
şöyle buyurmaktadır. “Ey iman edenler,
sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah’a ve
rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla
canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için
daha hayırlıdır. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan
cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük
mutluluk ve kurtuluş budur. Ve
seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih!
Mü’minleri müjdele.”
(Saf 10-13)
Semra Kuytul Furkan Nesli Dergisi 3. sayı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder