11 Ağustos 2014 Pazartesi

Hakla Bâtılın Ayrıldığı Gün; BEDİR ZAFERİ

  Hakla Bâtılın Ayrıldığı Gün; BEDİR ZAFERİ


Bizlere doğru ile yanlışı, hakla bâtılı ayıran bir Furkan gönderen Allah’a hamd ederiz. Rabbinin yol göstermesiyle çağının alt üst olmuş değerlerinin içerisinden hassas bir ayrım ile dosdoğru bir yaşam tarzını bizlere örnek olarak sunan Efendimize de salât ve selam olsun.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamber olarak gönderildiğinde, vahiyden uzak geçen yılların sonucu olarak tüm doğru-yanlış değerler birbirine karışmış, yaşam tarzı cehalet üzerine şekillenmişti. Hatta yanlış yaşam tarzı toplumda kemikleşmişti. Bu durum toplumun her alanına müdahaleyi gerekli kılıyordu. Alış verişten nikâha, mirastan savaş hukukuna, ahlâktan yeme içmeye varıncaya kadar her konuda hakla bâtıl karışmıştı. Önce “Leilehe İllallah” demeye çağırdı Allah Rasulü. Ama herkes anladı ki bu ifade sadece bir söylem değil, bu davet sadece bir söze değil! Bu davet; hayat değiştirmeye! Bu davet; yaşam kriterlerini yeniden düzenlemeye! Bu davet; yanlışları hayatımızdan söküp atmaya ve dosdoğru bir hayat tarzına geçmeye!
Bu durum Mekkeli müşriklerin gözünü korkuttuysa da ilk önce çok da rahatsız olmadılar. Çünkü karşılarında hem az hem de zayıf bir topluluk duruyordu. Her halükarda yenerlerdi onları. Ama hakkın karşısında dayanamayan bâtıl, gün geçtikçe ürpermeye başladı. Çünkü karşısında çığ gibi büyüyen bir hareket oluşuyordu. Bunun üzerine zulümler ve öldürme teşebbüsleri arttı. Ama tüm çabalara rağmen bu kıvılcımın Medine’ye sıçramasına engel olamadılar. Hicret, Mekkeli müşriklerde bir şok tesiri oluşturdu. Bu durum; yeni filizlenen İslamî hareketin, onların sınırlarından ve kontrollerinden çıkması demekti. Ama yine de ümitlerini kaybetmediler. Kendi güçlerine güvenleri sarsılmadı. Çünkü Kureyşliler savaşçı insanlardı. Bilmedikleri savaş teknikleri yoktu. Kendilerine Peygamberimizin Medine’den yola çıkarak Ebu Süfyan’ın kervanını vuracağı bilgisi geldiğinde bunu fırsat bildiler ve hemen ordularını topladılar.  Kervan vurma niyetiyle yola çıkan Müslümanları büyük bir ordu ile karşılayacaklar ve kesin hezimete uğratacaklardı. Büyük bir hazırlıkla, savaş ve zafer türküleriyle yollara çıktılar. Sonuç garanti görünüyordu onlara. Tüm techizatları, sayıları, teknikleri, tecrübeleri hatta moralleri her şeyleri tamamdı. Ama Müslümanlar böyle değildi. Sadece bir kervan vurmak üzere hazırlanmışlardı, donanımlı bir orduyla karşılaşmaya değil! Ve karşılaşacakları orduyu öğrendiklerinde neye uğradıklarını şaşırdılar. Hazırlıksız yakalanmışlardı. Zafere dair bir ümit ışığı dahi görünmüyordu onlar için. Sadece Allah’a ve Rasulü’ne teslim oldular.
Ve Kur’an’ın ifadesiyle “Furkan Günü”1 başladı. Hakkın bâtılın beynine inip, onu sadece o kutsal söylemiyle değil bizzat kılıcıyla parçalayacağı gün gelmişti artık. Bunu Müslümanlar ilk anda bilemediler. Çünkü manzara hiç de öyle görünmüyordu.  Hatta Efendimiz bile sonuçtan endişeliydi. Bu sebeple Bedir karşılaşmasının öncesindeki gece hiç uyumadan sabaha kadar dua etti: “Ey yüce Allah’ım! Eğer bu küçük grubu bugün helak edersen bundan böyle yeryüzünde sana ibadet edilmez.” Ama Rabbimizin çok büyük bir plânı vardı ve bu plânı gerçekleştirmek için sayıya, silaha ihtiyacı yoktu.  Rabbim yeter ki kullarını üstün kılmak istesin, O sadece “ol” dese yetmez mi? İşte bu kudreti göstermek istedi yüce Rabbimiz. Ve ilk defa hakla bâtılın (şirkin) safları, tam bir şekilde ayrılmış olarak karşı karşıya geldi. İlk defa bâtıla fiilî müdahale başladı. İki kardeşten bile hak taraftarı olanla olmayan ayrı saflardaydı, yan yana değil. Baba ile oğul karşılaştı. Artık her türlü bağ bitmiş sadece hak ve bâtıl bağı kalmıştı. Herkes safını belirledi. Ölümüne yerleştiler saflarına!
O gün Müslümanlar güce, kuvvete, silaha, sayıya değil sadece hakka bağlandılar. Karşılık olarak da zafer, devlet, kudret değil sadece cenneti arzuladılar. İşte “Yevmu’l Furkan” gerçekleşiyordu. Saflar ayrılıyor, değerler ayrılıyor, yargılar değişiyor, saltanat el değiştiriyordu. Şirkin saltanatı sallanıyor, Allah’ın hâkimiyeti yeryüzüne nam salıyordu. Sayı, techizat, güç-kuvvet bakımından az olan bir ordu, sayıca kendisinin üç katı olan ve her türlü donanımla donamış şirk ordusunu mağlup ediyordu. Bilal-i Habeşî ve Abdullah İbn-i Mes’ud gibi zayıf sahabilerin kılıcıyla devriliyordu şirkin ileri gelenleri. Başta Ebu Cehil b. Hişam, Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ümeyye b. Halef, Nadr b. Haris, Ukbe b. Ebi Muayt gibileri olmak üzere toplam yirmi dört (veya diğer bir rivayette yirmi yedi) şirk öncüsü tek tek devrildi. Ebu Talha’dan gelen bir rivayette o şöyle demiştir:“Bedir günü -harp sonunda- Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Kureyş eşrafından yirmi dört kişinin cesetlerinin bir araya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedir kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Böylece pis kuyu yeni pisliklerle dolmuştu.”
Bu arada Allah, melekler ile de destekledi mü’minleri. Yardıma gelmişti saf saf melekler! “Siz Rabbinizden yardım talep ediyordunuz, O da: ‘Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim’ diye cevap vermişti.
Allah, bunu, yalnızca bir müjde ve kalplerinizin tatmin bulması için yapmıştı; (yoksa) Allah’ın katından başkasında nusret (zafer ve yardım) yoktur. Hiç şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”2
Allah zafer vermek istediği zaman buna kim engel olabilir? Bu da aydınlanan bir gerçek oldu o gün.
İşte Bedir günü! Kafalardaki tüm değerler alt üst oldu ve yeniden bir şekil buldu. Zafer için gerekli olan her şey değişti. Demek ki ne sayı, ne binekler, ne yiyecekler ne de silahlar değildi asıl etken. Tek kuvvet Allah’tı ve zafer ancak ve ancak Allah’tandı.
O gün itibariyle doğru ile yanlış tek tek ayrılmaya başladı birbirinden,
•     Asıl kuvvet; sayı v.b. değil, imanmış!
•     Asıl bağ; kan bağı değil, iman bağıymış!
•     Asıl güç; safların ayrılmasında imiş!
•     Asıl kazanç; dünyadaki zafer değil, cennetmiş!
•     Allah’ın rızasını isteyene; Allah sadece rızasını ve cenneti değil, dünyadaki zaferleri de verirmiş!
•     Ve sadece Allah’a tevekkül edenler asla yardımsız kalmazmış!
Bütün bu gerçekler tek tek çıktı ortaya.
Efendimiz hayatı boyunca hakla bâtılı birbirinden ayırmak için fiilen mücadele etmiştir. O “Leilehe illallah”diyerek sadece söylemde hakla bâtılı (şirki) birbirinden ayırmamış, bu söylem doğrultusunda doğru yaşam ile yanlış yaşamı da birbirinden ayırmıştır. O, hayatımızdaki her türlü yanlış uygulamayı söküp atmak için çalıştı, yaşadı ve örnek oldu.
Bedir günü; tevhid söyleminin eyleme dönüştüğü ve şirki ortadan kaldırmak için bizzat elle yapılan bir müdahaledir. Allah’ın birliğini ve O’nun tüm ilahlık taslayanlardan yüce ve yegâne kudret sahibi olduğunu nazarî olarak kabul edenler, Bedir gününde bu hakikatin pratiğini yaşadılar. Allah’ın sonsuz kudret sahibi olduğunu kulaklarıyla işiterek iman edenler gözleriyle de şahit olmuş oldular.
Bedir günü de şahittir ki “Furkan” olmak sadece hakkı bâtıldan ayırmak değil, hakkı bâtıla üstün kılmak için mücadeleyi gerektirir. Hakla bâtılı ayırmak; hakkın kabulünü ya da yaşanmasını engelleyecek tüm maddî engelleri ve İslam’ın ameli tatbikatını zorlaştıran tüm baskı unsurlarını önce Müslümanların hayatından sonra da tüm beşeriyetin hayatından kaldırıp atma mücadelesidir.
Hak ile bâtılın ne olduğunu sadece bilmek kâfi gelmez. Çünkü hak kendiliğinden gerçekleşmez. Bâtıl da kendiliğinden yok olmaz. Bu uğurda mücadele etmeden bâtıl, saltanatını hakka teslim etmez. Bu mücadeleyi Kur’an ne güzel ifade etmiştir. “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah’a karşı) nitelendirdiklerinizden dolayı eyvahlar size.”3 İşte yapılması gereken tam da budur. Hakkı bâtılın üstüne fırlatmak ve onu darmadağın etmek! O zaman hakla bâtıl birbirinden tam olarak ayrılacaktır hatta bâtıl tamamen yok olacaktır.
Bedir günü de olan budur. Onlardan sayıca ve kuvvetçe az olan HAKK tarafından şirk liderlerinin hem beyni hem de varlıkları darmadağın olmuştur. Demek ki hak, her daim üstündür ve güçlüdür.
Bu güce sahip olmanın yegâne yolu; fikirde ve yaşamda hakla bâtılın ve bu doğrultuda tüm safların ayrılmasıdır. O zaman Allah’ın yardımı hatta melekleri desteğe gelecektir. Bunda hiç şüphemiz olmasın!  Hakla bâtılı ayırmanın yolunu da yine Kur’an beyan ediyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.4
Bedir günü; zayıflıkların hakka dayanarak nasıl kuvvet bulduğunun, hayatı pahasına hakkı savunanlara nasıl hayat bahşedildiğinin, kendi menfaatlerini değil de hakkın üstünlüğünü düşünenlerin nasıl büyük bir şan ve şerefe mazhar olduğunun tüm insanlığa ispatlandığı gündür.
Cebrail Aleyhisselam Bedir günü sonrasında Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelip “Ya Rasulallah! İçinizdeki Bedir kahramanlarını ne mertebede sayarsınız” diye sordu. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise: “Müslümanların en faziletlilerinden sayarız” buyurdu. Cebrail Aleyhisselam: “Biz de Bedir’de hazır bulunan melekleri, meleklerin en hayırlıları sayarız” diye karşılık verdi.
“Furkan Günü” yer ve gök halkı için gerçekten çok önemli bir gün olmuştu. O günün müşrikleri tevhid ve hakikatleri ile güreşe giremeyeceklerini, hak karşısında rakip olarak bile görülmediklerini tam olarak anlamış oldular.  
Bugün tevhidi savunanlar da bilmelidirler ki asla mağlup olmayacak bir hakikatin erleriyiz. Ve yine tevhidi harekete engel olmaz isteyenler de bilmelidirler ki; onların, sırtını Allah’a dayayan ve kâinatın yegâne gerçeği olan tevhide sarılanlar karşısında zerre kadar şansları yoktur. O halde; Bedir’in pis kuyularına atılan şirk liderleri gibi tarihin en kirli ve pis sayfalarına atılmadan evvel yolumuzdan çekilsinler!
Ya Rabbi bize hakkı tutup bâtıla fırlatacak bir güç ihsan eyle! Senin en çok severek vereceğin ikram bu olsa gerek!
1- Enfal, 41
2- Enfal, 9-10
3- Enbiya, 18
4- Enfal, 29

KENDİNİ HAKKA BAĞLAMANIN ADI: BEY’AT

  KENDİNİ HAKKA BAĞLAMANIN ADI: BEY’AT

Bizleri doğru yola ileten Allah’a hamd, yoluna sımsıkı bağlanmak suretiyle kurtuluşa erebileceğimiz Rasulüne salât ve selam olsun. Ve Yüce Rabbimizin selamı, rahmeti ve bereketi O’nun davasına bağlı kalmaya gayret eden tüm kardeşlerimizin üzerine olsun. 
“Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek” anlamında kullanılan bir ıstılahtır Bey’at. Bu bir anlamda mükellefin İslâmî olan her emirde hoşuna gitse de gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadisinde; “Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler”1 buyurmuştur.
İnsan bu dünyaya imtihanlarla sınanmak için gönderilmiştir. Allah kullarının imanını, hakka bağlılığını görmek ve göstermek ister. Tabiatıyla dünya hayatı bela ve imtihanlarla doludur. Hem kaygan bir zeminde yürüyen insan olarak hem de kutsal davayı yüklenmiş bir mükellef olarak yere sağlam basmaya ne kadar da ihtiyacımız var. Bazı insanların fıtratlarında sadakat vardır. Bir davaya gönül verdiği zaman yolundan asla dönmez. Ama bazıları da vardır ki bir bağ onları bağladığında tutunur. Sağlam bir kulpa sarıldığında kurtulur. Bunu bey’at yeminiyle pekiştirir. Böyle kaygan zeminde ayakta kalabilmek ancak bu sadakat sözünü vermekle mümkündür.
Her meselede bize en güzel örneği sunan sahabede bu konuda da çok güzel bir örnek görüyoruz. Ensar’dan 12 kişi hakka şahit olduklarında memleketlerinden kalkıp Efendimizin yanına geldiler. Ve orada ilk defa tanıdıkları bir insanın yoluna-davasına baş koymaya söz verdiler. Bu halleriyle bize doğruyu gördükleri anda ona sarılmanın misalini sundular. Yüce Rabbimiz bu açık yürekliliği şu ayetiyle destekledi. “Şüphesiz sana bey’at edenler, ancak Allah’a bey’at etmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O (Allah) da, ona büyük bir ecir verecektir.”2 Onlar Allah Rasulü’ne bağlı kalacaklarına söz verdiler. Allah Rasulü ise sonrasında da onlarla beraber kalacağına, onları dünyada bile terk etmeyeceğine garanti verdi.
Bu şekilde bey’at, İslam tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Allah Rasulü ve ashabının kâfirler tarafından oldukça hırpalandığı bir dönemde İslam davasının önünde açılan yeni bir güven kapısı olmuştur bey’at. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zor günler yaşadığı bir dönemde güven duyabileceği bir topluluğa ihtiyacı vardı. Hem Allah’a bağlı hem de O’nu ve davasını sahiplenecek. İşte bu topluluk Medine’den geldi ve bir ümit ışığı oldu yeni filizlenen İslamî harekete. Ensar’dan ikisi kadın on iki kişi Akabe mevkiinde bey’at için toplandıklarında Abbas b. Ubade; “Bu adama ne üzerine bey’at ettiğinizi biliyor musunuz?” diye sordu. “Evet”dediler. O da; “Siz kırmızısıyla siyahıyla bütün insanlarla savaşmak için ona bey’at ediyorsunuz eğer mallarınızın musibete uğrayıp yok olduğunu, eşrafınızın öldürüldüğünü gördüğünüzde onu düşmanlarına teslim edecekseniz, bu işi şimdiden bırakın. Allah adına yemin ederim ki böyle yaptığınızda dünya- ahiret hüsrana uğrarsınız.  Eğer mallarınızın yok olmasına ve eşrafınızın öldürülmesine rağmen, sizi davet ettiği şeyde ona bağlı kalacaksanız, onu alın. Allah adına yemin ederim ki bu, dünya ve ahirette sizin için hayırlıdır” dedi. Onlar da; “Bu şartlara bağlı olarak kabul ediyoruz” dediler ve “Ey Allah’ın Rasulü eğer buna bağlı kalırsak bizim çıkarımız nedir?” diye sordular. O da; “Cennettir” buyurdu. “Elini uzat” dediler, elini uzattı ve ona bey’at ettiler. Bu bey’at karşılığında dünyevî bir menfaat konulmamış, siyasî bir ittifak kurulmamış belki de başlangıçta sadece saflar ayrılmıştır. Böyle bir bey’at gerçekleştiğinde bu davanın zafere ulaşması kaçınılmazdır. Fakat Allah ve Rasulü’ne bey’at edenler İslam davası zafere ulaştığında belki hayatta olmayabilirler. Çünkü bu bey’atın karşılığı İslam’ın zaferi bile değildir. Sadece ve sadece cennettir. Belki dünya gözüyle zaferi göremezler ama bey’atlarına bağlı kalmışlarsa o zafer esnasında elbette şehitler defterinde kayıtlı olacaklardır.
Ayette geçen “Allah’ın eli” kelimesi, koruma ve emin kılma manasındadır. “Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir” ifadesi ise yani; ‘Allah’ın yardımı, koruması, emniyeti’ onların üzerindedir manasında olmaktadır. Ayrıca bir alış-verişte; iki kişi arasında alış-veriş tamamlanmaksızın bu ahdi bozmalarına engel olacak bir üçüncü kimse bulunur ve elini, bu ikisinin elleri üzerine koyar. Böylece akit (alış-veriş) tamamlanıncaya kadar o ikisinin ellerinin birbirinden ayrılmamasına uğraşır. İşte eli, diğerlerinin eli üzerine koymak, alış-verişin muhafazası yani bozulmaması için bir alamettir. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ; “Allah’ın eli, onların elinin üstündedir”buyurmuştur ki bu, ‘Allah Teâlâ, bu bey’atta onları korur, işi tamamlamalarını sağlar ve bu dava selamete ermeden aralarında bir ayrılık çıkmasına engel olur’ manasına gelir. Bu Mü’minler için elbette büyük bir müjdedir.
Bu ayetteki “Allah’ın eli, onların eli üzerindedir” tabiri ise; “Allah’ın onlara olan nimeti, onların Allah’a (yani Allah’ın dinine) olan ihsanlarının üstündedir” manasındadır. Yine bu tabir, “Allah’ın onlara olan yardımı, onların Allah’ın dinine olan yardımından daha kuvvetli ve daha yücedir” manasına da gelir.
Cabir Radıyallahu Anh’dan gelen bir rivayette: “Ey Allah’ın elçisi ne üzerine sana bey’at edelim? diye sorduk. O da şöyle dedi. 1- Çalışkanlıkta ve tembellikte söz dinleyip itaat etmeye, 2- Zorlukta ve kolaylıkta infak etmeye, 3- İyiliği emredip, kötülükten menetmeye, 4- Kınayanın kınamasından korkmaksızın Allah yolunda çalışmaya, 5- Sizin yanınıza geldiğim zaman bana yardımcı olmanız, kadınlarınızı, çocuklarınızı ve nefislerinizi koruduğunuz gibi beni korumanıza. Bunları yaptığınız takdirde cenneti kazanırsınız.”
Allah’a ve Rasulü’ne bağlılıklarını kalplerinde bey’at ile pekiştirmiş olanların damarlarındaki kanları Allah yolunda akmak için sabırsızlanır. Bununla her şeylerini Allah yolunda feda edebilecekleri günün gelmesini ve verdikleri söze her şeylerini kaybetme pahasına vefa gösterip, davalarına sadık kaldıklarını Rablerine ispatlamayı isterler. Bir ayet-i kerîmede Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki-  Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi de beklemektedir. Onlar hiç bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler.”3
Rasulullah insanları yüce Allah’a bağlamak ve Allah ile onlar arasında kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bağ oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Rasulullah bey’at için elini onların eline uzattığında, bunu ancak ve ancak Allah adına yapmaktadır. “Sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.” Bey’ata katılan her kişi, elini Rasulullah’ın eline koyarken, Allah’ın elinin kendi elinin üstünde olduğunu ve bey’atın asıl sahibinin O olduğunu hissedecektir. İşte bu manzara, insanın aklından, bey’atı bozma düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Rasulullah kişi olarak ortadan kalksa bile yüce Allah mevcuttur ve diridir.4
“Artık kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur.” Çünkü Allah vefayı ve sözünde sadık olanları sever.“Ve kim Allah’a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”
Evet, bugün Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem aramızda değildir ki sahabesi gibi ellerine sarılıp; “Her şeyimizi kaybetme pahasına senin yanındayız Ya Rasulallah” diyelim. Ama O Yüce Rasulün bizlere emanet ve miras bıraktığı davası ortadadır. Ona sarıldığımız vakit dünya ve ahiret kurtuluşuna ereceğimiz ‘Sağlam Kulp’(Kur’an) elimizdedir. O halde biz de diyoruz ki; Biz Senden asırlar sonra Sensiz yaşayan ümmetiniz Ya Rasulallah! Yolun yolumuzdur. Davan davamızdır. Senin o kıymetli hayatını ortaya koyduğun bu dava için şu kıymetsiz hayatlarımızı ortaya koyuyoruz. Mallarımızın yok olmasını, eşrafımızın öldürülmesini göze alarak Senin düşmanlarına boyun eğmeyeceğiz. Sancağını tüm dünyada dalgalandırana kadar Senin yolunda devam edeceğimize SÖZ VERİRİZ. Sen de kıyamet günü ellerimizden tut ve bizleri de şefaatine nail eyle Ya Rasulallah!
1- Buhârî, Ahkâm, 4
2- Feth, 10
3- Ahzab 23
4- Seyyid Kutup Fı-Zılal il-Kur’an

8 Ağustos 2014 Cuma

Birbirine Kenetlenen, Hedefine Kilitlenenler

   Birbirine Kenetlenen, Hedefine Kilitlenenler

Hamd âlemlerin Rabbı olan,  bizleri dost ve kardeşlerimizle kuvvetlendirerek sahipsiz bırakmayan Allah’a, salât ve selam da bizlere her konuda en güzel bir şekilde örnek teşkil eden Efendimizin Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerine olsun.
Bir medeniyet inşa etmek için gönderilmiş olan Kur’an-ı Kerim, bizleri bunun için gerekli olan her açıdan yönlendirmiştir. Bir fert veya toplum olarak nasıl yaşamamız gerektiğinin detayları kitabımızda mevcuttur. Fertlerin yaşam tarzı ve ahlakı, toplumun kemale ermesinde önemli bir rol oynar. Çünkü medenî bir toplum medenî fertlerden meydana gelir. Medenî insan fıtratı üzere devam edendir. Vicdanını, saygısını, kibarlığını, yardımseverliğini, edebini, ahlakını, hak ve adalet anlayışını kaybetmemiş veya yıpratmamış insanlar medenî sayılır.
Bu değerlerin korunması için ayrı ayrı her alanda toplumsal dayanışma şarttır. Bir ferdin tek başına İslamî ve insanî değerlerini muhafaza etmesi zordur. Hatta bazıları için mümkün değildir. Şeytanın vesveselerine, fitnecilerin tuzaklarına, düşmanın saldırılarına ve dünyanın imtihanına karşı dik durabilmek her konuda köklü bir dayanışma ile mümkündür.
 İslam davası, daha ilk günden itibaren fertleri arasında ictimaî dayanışma hâkim olan bir topluluk olarak kaim olmuştur. İlk Müslümanlar imanlarını dayanışma ile korudular, düşmanlarına karşı bir beden gibi oldular. Öyle bir kenetlendiler ki şeytan bile aralarına sızamadı. Şeytanla, nefsimizle, düşmanla mücadele ortamı olan bu dünyada ayakta kalabilmenin formülünü Kur’an-ı Kerim bizlere şu ayetle bildirmiştir. “Şüphesiz Allah, kendi yolunda sanki birbirine kenetlemiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever”1
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ashabı her zaman Rabbimizin hoşuna gidecek amelleri öğrenmek ve bununla O’nun rızasına ulaşmak arzusu içindeydiler. Yine bir defasında sordular: “Ya Rasulallah Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?” Bunun üzerine Saff suresi 4. ayet nazil oldu ve Rabbımız: “Şüphesiz Allah, kendi yolunda sanki birbirine kenetlemiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” buyurdu. 
Bu ayetle yüce Rabbimiz bizlere bir toplum modeli sunmuştur. Öyle bir toplum ki; muhabbet ve dayanışma harcıyla birbirine bağlanmış ve aralarındaki bu sıkı bağ sebebiyle sanki bir duvar gibi sağlam olmuşlardır. Öyle bir toplum ki; sağlam harcı sebebiyle ne içerden ne de dışarıdan bir sızma mümkün olmaz. İçerden yani; aralarındaki güven sebebiyle fertleri arasına bir fitne giremez. Sırları, namusları, emanet ettikleri işleri emniyettedir. Dışarıdan yani; hiçbir fitnecinin fitnesi ya da düşmanın estirdiği sert rüzgârlar o sağlam binanın -bırakın yıkılmasını- sarsılmasına bile sebep olamaz.


Düşmanın saldırılarını hep beraber göğüsler, dostlarının ihtiyaçlarını hep beraber üstlenirler. Onları ancak tamamını yıkabilecek kadar kuvvetli bir darbe çökertebilir. Hatta şiddetli esintiler yalnız birini bile sarsamaz. Çünkü bir bütündürler.
“Bir bina gibi” ifadesinde o kadar derin manalar mevcuttur ki Rabbimizin istediği toplum modeli bundan daha güzel ifade edilemezdi. Bu toplum; bir bina gibi yani her biri tek tek tuğlalar halinde değil muhabbet, yardımlaşma, dayanışma ve aynı hedefe kilitlenme gibi vasıflarıyla birleşmiş, bir bütüne dönüşmüştür. Ona sığınılır, onda yaşam vardır. Soğuktan, yağmurdan, yırtıcı hayvanlardan ve tüm korkulardan onunla güvende olunur. 
Aynı zamanda onlar, sadece üst üste konulmuş tuğlalar gibi değillerdir. Birbirine, eritilmiş kurşunla birleştirilmiştir. Yani harçları çimento değil kurşundur. Böyle bir topluluğu hangi kuvvet yıkabilir.
Onların bu bağlılığının birçok sebebi var elbette. Aynı Allah’ın kulları olarak hepsi aynı makamı razı etme derdindedir. Hepsi aynı Rasulün takipçisi, aynı öğretmenin talebeleridir.  Aynı kitabın emirleri ile hepsi mükelleftir. Yönleri tek bir yönedir. Hedefleri ve istekleri birdir. Aynı ahlakla eğitilmişlerdir.
İslam toplumu şu özelliklere sahip olmadan kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi sapasağlam olamaz.
1- İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği 2- Birbirlerine karşı samimi bir bağlılık ve dayanışma -ki bu yüce bir gaye olmadan gerçekleşemez.- 3- Yüksek derecede bir ahlak. Çünkü ahlaken zayıf kimselerin bu ahlakî zafiyetleri, bir birleriyle münakaşaya sebep olur. 4- Gaye ve hedefe ulaşmak için duyulan arzu ve onu elde etmek için gösterilen kararlılık.2
Bina gibi olmanın bir manası da dağınık olmamaktır. Allah Azze ve Celle, İslam toplumunun düzenli ve disiplinli olmasını sevmektedir. Hepsi, durması gereken hizayı bilir ve sınırını aşmaz.
 Her ferdin, bir ya da birkaç zaaf noktası vardır. İslam toplumunun bir ferdi bir yönden zayıf ise diğer yönden kuvvetlidir.  Fertlerin birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi olmalarının bir faydası da, birinin zafiyetinin diğerinin desteği ile izale edilmesi ve bu şekilde hepsinin kuvvet bulmasıdır. Çünkü bu hayat mücadelesinde her insan, düştüğünde tutup kaldıracak bir ele, sendelediğinde dayanacağı bir dayanağa muhtaçtır.
Kur’an-ı Kerim, bir ümmet binası kurmak istiyordu. Bu ümmet; yeryüzünde Allah’ın emaneti olan dinini, hayat nizamını ve sistemini hâkim kılacaktı. Bu ümmet binasını, ferd ferd ruhlarda ve cemaat cemaat topluluklar halinde kurmaktan başka çaresi yoktu. Çünkü İslam cemaat olmadan ferd halinde kurulamazdı. İslam; toplumdan ayrı, bir kenara çekilmiş ve bir mabedde Allah’a ibadet edenlerin dini değildir. Çünkü bu şekilde din, fertlerin hayatında tahakkuk etmez. Hâlbuki İslam ferdî ve ictimaî her yönden hayata hâkim olmak için gelmiştir. 
Bu hedefe doğru yürümek isteyenler, imanlarının verdiği mesuliyetle hedeflerine kilitlenenler, toplumsal kaynaşmanın yollarını bularak birbirlerine de kenetlenmelidirler. Bu zorlu yolculukta sonuca varana kadar devam edebilmek ancak böyle mümkün olabilir. Kardeşler arası gerçek bir tanışmanın ve muhabbetin oluşması, birbirlerini sık görmelerine, başka hiçbir menfaat gütmeksizin ziyaretleşmelerine, zor zamanlarında dayanışmalarına bağlıdır. İşte o zaman, İslam toplumu parçalanamaz bir bütüne dönüşür.  Fertleri bu anlayışla yetişmiş bir cemaat, artık sarsılmaz bir kale ve inşallah Rabbimizin de sevdiği bir topluluktur. Ziyaretleşme, yardımlaşma ve dayanışma ile muhabbete ulaşan, bu şekilde birbirine kenetlenmiş bir bina gibi hedefine koşanlardan olmak temennisiyle Allah’a emanet olunuz.
1- Saff 4
2- Tefhim’ul Kur’an c.6 sf.265
3- Fı-Zılal’il Kur’an c.14 sf.444

21 Mayıs 2014 Çarşamba

İSLAM FIKHININ KAYNAKLARI (6)

Âlemlerin Rabbi, mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah’a hamd, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlüne salât ve selam olsun.
Allah’ın selâmı, rahmeti, yardımı ve bereketi Allah’ın davası ve mazlum ümmetimizin kurtuluşu uğrunda mücadele eden tüm kardeşlerimizin üzerine olsun.
Geçen sayımızda, Kıyas’ın manası ve şartları üzerinde durmuştuk. Buna göre usulüne uygun yapılan bir kıyas ümmet için bir rahmettir ve kıyamete kadar zuhur edecek olan her yeni meseleyi, Allah ve Rasûlü’nün istediği doğrultuda bir hükme bağlayabilmenin yoludur.
Gerçekte Kıyas’ın mânâsı, nass’ların uzanabildiği bütün sahalara tatbik edilmesidir; nass’lara bir şey ilave etmek değil, onları tefsirdir. Kıyas, mevcut olmayan hükmü var kılmak değil, (mevcud hükmü) ortaya çıkarmak (izhâr etmek)tir. Müctehidin işi ise yeni bir hüküm icad etmek değil, sadece hükmün “illetini (sebebini) anlamak ve kendisine kıyas edilen asıl mesele ile aynı özelliği taşıyan yeni meselenin sebep ile hükümde müşterek olduklarını açıklamaktan ibarettir. Böylece her ikisinde de aynı hüküm ortaya çıkmış olur.
İmam Şafiî, kıyas hakkında şöyle der: “Müslümanın karşılaştığı her meselenin zarurî bir hükmü vardır. Eğer bu hüküm açıkça mevcutsa aynen ona uyması, değilse hakîkate uygun şekilde içtihad yaparak ona olan delaleti araması gerekir.”1 Yani şer’î hüküm, ya nass (âyet-hadis) ile bilinir; İmam Şafiî bunun için “ayniyle hak” tabirini kullanır yahut da nass’ın mânâ ve amaçlarını araştırmakla anlaşılır; bu da Kıyas ile olur.
İmam Şafiî, sahâbî ve âlimlerin Kıyas’a göre amelini şöyle özetlemiştir: “Peygamber Aleyhissalâtu Ve’s Selâm’ın asrından günümüze kadar fakihler, din işlerindeki bütün hükümlerde Kıyas’ı kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de batıl olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Buna göre hiç kimsenin Kıyas’ı inkâr etmesi caiz olmaz; çünkü kıyas, olayları birbirine benzetme ve bu bakımdan aynı hükme varmadır.”
Kur’an-ı Kerim’de de, fiil ve sıfatların benzediği hallerde hükümlerin eşit olması ilkesinin kullanıldığını görmekteyiz. Meselâ; “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere batırmıştır. Kâfirler için de bu âkibetin benzeri vardır.”2 âyeti, birbirine benzeyen şeylerin hüküm bakımından aynı olduğunu belirtmektedir.
Şu iki ayet de birbirine benzemeyen şeylerin hüküm bakımından aynı olmadığını göstermektedir. “Yoksa kötülük isteyenler, ölümlerinde ve hayatlarında kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.”3
Bu âyet-i kerîmelerden anlıyoruz ki Kur’an, aklın eşitlik kanununu en güzel şekilde uygulamakta, benzer şeylerin aynı hükme ve birbirine benzemeyen şeylerin de ayrı hükümlere bağlı olduğunu beyan etmektedir.
Akıl açısından bakıldığında mantıklı görünen bu yöntemin elbette ki Kur’an ve Sünnet’ten de delilinin olması şarttır. Çünkü konulacak hüküm, insanları dinen bağlayacak ve helal-haram noktasında bir ölçü olacaktır. İslam âlimlerinin cumhuru (çoğunluğu) kıyası delil olarak kabul etmiştir. Bunun için de Kur’an ve Sünnet’ten bir takım deliller ileri sürmüşlerdir.
Nisa Sûresinde Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır. “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi (ulu’l emr) olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah’a ve Peygamber’e iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin.”4 Allah Rasûlü zamanında anlaşılmayan bir meselede konuyu Allah ve Rasûlüne havale etmek-götürmek, O’na başvurup hükmünü açıklamasını istemek demekti. O halde Efendimizin vefatından sonra Allah ve Rasûlüne havale etmek nasıl olacaktır? Ayetin hükmünün sadece o zamana ait olduğuna dair bir delil de yoktur. Yeni bir meselede bir şeyi Allah’a ve Peygamber’e havale etmek, mevcut hükmüne başvurmaktır. Bu ise Kur’an ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur. Hükümlerin sebeplerini tespit edebilmek ise kıyası mümkün kılar. Çünkü sebep tespit edilmeden kıyas yapabilmek mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümlerin sebeplerine işaret ederek, hükümlerin güttüğü amaçları açıklaması da kıyasın yolunu açmak demektir. Mesela, Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Ve’s Selâm’ın, oğulluk edindiği Zeyd b. Harise’den boşanmış olan Zeyneb Radıyallahu Anha ile evlenişinin sebebi Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “... Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu (Zeyneb’i) seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşlerle evlenmeleri hususunda mü’minlere bir zorluk olmasın.”5 O dönemde, evlatlıklar birçok konuda öz evlat gibi kabul ediliyor ve evlatlığın eşi öz gelin gibi kabul edilerek, oğulluğunun boşadığı kadınla evlenmek doğru görülmüyordu. Ayet Efendimizin Hz. Zeynep’le evlendirilmesinin sebebinin bu yargıyı kaldırmak olduğunu ifade ederek, hem hükmün sebebini hem de İslam’a göre, evlatlığın öz evlat hükmünde sayılmadığını açıklamış olmaktadır.
Yine Kur’an’da İsrailoğullarına bazı güzel rızıkların haram kılındığı, bunun sebebinin ise, onların kendilerini şehvetlerine düşkün olmaktan korumak için olduğu şöyle beyan edilmiştir: “Yahudilerin zulümlerinden ötürü kendilerine helal kılınmış olan temiz şeyleri onlara haram kıldık.”6
Başka bir ayette Kur’an, içki ve kumarın yasak edilişinin sebeplerini şu âyet-i kerime ile açıklar: “Şeytan, ancak içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmak ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?”7
Bu ayetlerde verilen hükmün sebebine de dikkat çekilerek, sebep tespiti yapmaya teşvik edilmiş ve yol gösterilmiştir.
Sünnet de aynı şekilde hükümlerin ta’liline* işaret etmiş ve bir kısım hükümlerin illetlerini (sebeplerini) açıklamıştır. Meselâ; Peygamber Aleyhissalatu Ve-s Selam başkasının evine girerken izin istemenin illetini, “izin, göz için emredilmiştir.”8 hadisiyle beyan etmiştir. Demek ki başkasının evine giren kimsenin görmesi hoş olmayan bir şeyle karşılaşmaması için müsaade istemesi gerekli görülmüştür. Bu hadis, başkasının evine izinsiz girme yasağının hikmetini belirtmektedir.
Başka bir hadiste Peygamber, Aleyhissalatu Ve-s Selam önce sahâbîleri, kurban etlerini saklamaktan nehyetmiş, sonra bunu onlar için mübah kılmıştır. Nehyedişinin sebebini de şöyle açıklamıştır: “Memleketimize gelen aç ve azığı bulunmayan göçebeler (daffe) için sizi ondan nehyetmiştim.”9 Demek ki ihtiyaç içinde bulunan göçebelerin geldiği yılda, kurban etlerini evde saklamak haram kılınmıştır. Dolayısıyla böyle bir ihtiyaç bulunmazsa, kurban etlerini saklamakta bir sakınca olmaz. Bu da illet’in mevcud olup olmamasına göre nass’a uymak demektir. Yani, illet bulununca hüküm bulunmakta, illet bulunmayınca hüküm ibahat (mübahlık) ifâde etmektedir. Bu ayet ve hadislerde hükümlerin sebebinin zikredilmesi o hüküm ile aynı sebebi taşıyan diğer meselelere de aynı hükmün geçirilebileceğini gösterir. Aksi halde sebebin bildirilmesinin bir manası kalmamaktadır.
Hükümlerde Kıyas’ın sübûtu üzerinde sahabîler icmâ’ etmişlerdir. Yani sahabîler, hükmü bilinmeyen bir meselenin hükmüne kıyas yoluyla ulaşabilineceğinde görüş birliği içindedir.
Hz. Ömer, Ebu Mûsâ el-Eş’ârî’ye, kıyas’a başvurmasını emrederken mektubunda şöyle demiştir: “Birbirine benzeyen şeyleri iyi anla, sonra ona göre olayları kıyas et!” 10
Bunlardan anlaşılıyor ki kıyas’ın İslâm hukukunun kaynaklarından birisini teşkil edişi Kitab’la, Sünnetle, sahâbîlerin icmâ’ı ve onların fakihlerince istinbat (delil elde etme) metodu olarak kullanılmasıyla sabit olmuştur.
Bu anlatılanlara ilaveten Kıyas’a bir de misal verelim. Hükmü hakkında nass mevcud olduğundan Cuma Namazı ezanının okunduğu vakitte alım satım yasaktır. Nass, Yüce Allah’ın “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın”11 sözüdür. Hükmün illeti, alış verişteki namaza gitmeyi engelleyen ve namazın kaçırılması ihtimalini taşıyan keyfiyettir. Bu illet, Cuma Namazı vaktindeki kiralama, rehin yahut nikâh (ve diğer bunlara benzer) muamelelerde de bulunduğundan, alış verişe kıyasla bu tasarrufların da hükmü, onların yasaklanışları olur.
Yalnız unutulmamalıdır ki hakkında hüküm olan bir meselede Kıyas ya da her hangi bir ictihadda bulunmak asla caiz değildir. Bu Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmek ve Kur’an’ı tahrif etmek demektir.
Âlimlerimiz bu konulara son derece hassas bir şekilde yaklaşmışlar ve hikmetini anlayamadıkları konuların aslını muhafaza etmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Allah onlardan razı olsun. 14 asırdır bizleri aydınlatan ve aydınlatmaya devam edecek olan böyle kıymetli bir mirası bizleri nasip eden Rabbimize hamdederek sözlerime son veriyorum. Allah’a emanet olun.
1- Er-Risale, s. 477
2- Muhammed (Kıtal), 10.
3- Câsiye, 21.
4- Nisa, 59
5- Azhâb, 37
6- Nisa, 160
7- Mâide, 91
8- Buharı, Diyât: 23, Libâs: 75
9- Müslim, Adâhî: 28; Buharı, Adahî: 16
10- el-Mebsut, c. XVI, s. 62, 63.
11- Cuma 9