20 Aralık 2017 Çarşamba

İslam Davası (Furkan Nesli Dergisi)



İslam Davası 
Bizlere bu davayı öğreten ve onunla şereflendiren Allah’a hamd, kıymetli ömrünü bu davaya adamış olan Rasûlüne salât ve selam olsun.
Ve yine Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi; tarihten bu güne bu dava uğrunda her türlü fedakârlıktan kaçınmamış olan âlimlerimizin, salihlerimizin ve şehitlerimizin üzerine olsun.
Yüce Rabbimiz, göndermiş olduğu dinler ile daima insanlığın huzur ve mutluluğunu dilemiştir. Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetli iradesi ile vaaz ettiği ahkâmının ana gayesi, fertlerin ve toplumun maslahatıdır. Buna göre İslam toplumlarında adalet ana esastır. Allah’ın hükümlerinin hâkim olmadığı toplumlarda adaleti hakkıyla tesis etmenin imkânı yoktur. Adaletin olmadığı yerde ise zulüm olacaktır. Yaratıcının tüm insanları eşit görerek koyduğu kanunlar, zengin fakir, güçlü zayıf ayırt etmeden her konuda adaleti esas alırken, insanların idaresinde nefisler ve menfaatler devreye girer. Bu şekilde; güçlülerin zayıfların hakkına tecavüz ettiği, insanın fıtratına uygun olmayan hükümlerle toplumun dengesinin bozulduğu ve emniyetin sarsıldığı bir toplum meydana gelir.
İşte; İslam davası, toplumda güçlü olduğu için azgınlık ve zulüm yapanları engelleme ve mazlumların hakkını alma davasıdır.
İslam davası; güçlülere adaleti ve merhameti öğretme davasıdır.
İslam davası; üstünlüğün malda, makamda, ırkta değil sadece takvada ve Allah’a itaate olduğunu öğretir.
İslam davası; basit menfaatler uğrunda yapılan haksız mücadelelerle insanların canlarını, kanlarını heba edenleri durdurmanın, faizle, sömürüyle gasp edilen malları koruma altına almanın, bu şekilde toplum emniyetini sağlamanın mücadelesini vermek demektir.
İslam davası; aklın ve neslin emniyetini sağlayarak sağlıklı bir toplum yetiştirmeye çalışma davasıdır.
İslam davası; Allah’ın hâkimiyetini kabul etmeyerek kendi hâkimiyetlerini sürdürmek isteyenlere karşı Allah’ın hâkimiyeti uğrunda mücadele etmenin adıdır. Çünkü Allah göklerin de yerlerin de hâkimidir. O’nun hâkimiyeti göklere, yerlere, bitkilere, hayvanlara ve tüm kâinata nasıl düzen, huzur ve adalet getiriyorsa, göndermiş olduğu din ile insanların hayatına da düzen, adalet ve huzur getirmeyi hedeflemiştir.
Kur’an-ı Kerim insanın yaratılış gayesini anlatırken, insanın yeryüzüne gönderiliş sebebinin bu kutsal vazifeyi yüklenmek olduğunu ifade etmektedir. Allah Celle Celâluhu insanı yaratma kararını meleklerine bildirirken “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” 1 buyurmuştu. Bu ifade ile insanın yeryüzünün düzenini korumakla mükellef olduğunu bildirmekteydi. İnsandan kasıt ise elbette ki bu mes’uliyeti kabul etmiş ve Rabbinin emrine teslim olmuş olan Müslüman’dır.
Bu durum şunu gösterir ki Rabbinin emrine teslim olmayarak, nefsini ve menfaatlerini esas alan kâfir ve fasık insanlar ile Müslüman arasında daima sürecek olan bir mücadele olacaktır. Onlar, kendi arzuları uğrunda insanlığı ve yeryüzünü ifsat etmektedirler. Müslümanın vazifesi ise, insanlığı yeniden kurtuluşa erdirmenin mücadelesini vermektir.
Peygamberlerin gönderiliş gayesi de budur. Ona tabi olanlar da bu sancağı teslim almış olanlardır. İslam, böyle bir vazifede kadın erkek ayrımı yapmaksızın, Müslüman olan, aklı olan ve gücü yeten her Müslümanı mükellef kılar.
                İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler ise tağut yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli düzeni pek zayıftır.” 2
Özellikle İslam’ın zayıf, düşmanlarının ise çok olduğu günlerde İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, gayret sarfetmek kadın erkek her Müslümanın birinci derecede vazifesidir. Bu gayret İslam’da cihad olarak isimlendirilmiştir. Cihadın ana gayesi ise, insanları zalimlerin baskılarından kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla Müslüman olabilecekleri ortamları hazırlamaktır.
Bu gayret gerçekleştirilirken erkeğe ayrı kadına ayrı sorumluluklar düşmektedir. İslam’dan önce kendilerine hiçbir kıymetin verilmediği bir toplumda yaşayan kadınlar, İslam’ın rahmeti ve adaleti ile gerçek kimliklerine ulaşmış ve bu mücadelenin bir neferi olmuşlardır.
Allah Rasûlü döneminde, İslam davetinin başladığı ilk günlerden itibaren Müslüman kadın davanın içindeki yerini almıştır. Peygamberimiz zamanındaki müşrikler, zulmederken kadın erkek ayırt etmemişlerdi. Zalimlerin başında gelen Ebu Cehil’in imanından dolayı işkence yaptıkları arasında yaşlı bir kadın olan Hz. Sümeyye’de vardı. İslam’ın ilk şehidi olma şerefine nail olan Hz. Sümeyye, zalimler karşısında imanının izzetini göstermiş ve bir kadının inancı uğrunda ne kadar fedakâr olabileceğini tüm dünyaya ispatlamıştır.
İslam, kadının fıtratını göz önünde bulundurarak ona mes’uliyetler yükler. Yüce Allah, erkeğe nispetle daha zayıf bir yaratılışla yaratmış olduğu kadını, gerek ailevî, gerekse toplumsal vazifelerinde gücü nispetinde görevlendirmiştir. Ama toplumun gidişatından kadını da erkeği de mes’ul tutmuş ve yaptıkları salih ameller bakımından her ikisini de eşit görmüştür. "Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler yaparsa işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez." 3
Buna rağmen Kur’an-ı Kerim’de ayetlerin genel olarak erkekleri muhatap alır bir üslup ile gelmesi, Efendimiz zamanındaki kadınlarında dikkatini çekmişti. Bir gün Nuseybe Radıyallahu Anha Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü, her şeyin erkeklere ait olduğunu görüyorum. Kadınların bir konuda zikredildiklerini görmüyorum” dedi. Bunun üzerine Allah-u Teala Hazretleri erkeklere ait olduğu özellikle belirtilmeyen tüm meselelerde kadınlarında muhatap olduğunu bildiren şu ayetini indirdi. "Doğrusu teslim olan erkekler ve kadınlar, iman eden erkekler ve kadınlar, boyun eğen erkekler ve kadınlar, doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır." 4
Bu ayetin hemen ardından gelen ayette ise; Allah ve Rasulünün emirlerine uymak ve isyan etmemek konusunda erkekle kadının eşit olduğu ifade edildi. "Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman, erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur." 5
Gerek bu gibi ayetler, gerekse Allah Rasulü Sallahu Aleyhi ves- Sellem’in kadınlara yaptığı özel hitaplar sonucu toplumdaki konumlarını iyi anlayan ilk Müslüman kadınlar Mekke ve Medine'de ağır ve büyük hizmetleri yüklenmekten kaçınmamışlardır. Hatta askerî ve siyasî işlerde erkeklere yardımcı olmuşlardır. Savaşlarda hemşirelik mesleğini ilk defa kurarak, yaralı mücahidleri tedavi etmek, su taşıyıp içirmek, yaralarını sarmak ve yaralıları Medine'ye kadar taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlar, mücahidlerin yanında onlara destek ve cesaret vermişlerdir.  Hatta Hz. Safiye ve Nuseybe Radıyallahu Anha gibi, Uhud Savaşının en çetin anında, Allah Rasûlünü korumak uğrunda kendi canlarını hiçe sayarak kılıç bile kullanmışlardır. Günlük hayatta ise bu dini en güzel bir şekilde yaşayabilmek için eşlerinin en büyük destekçisi, çocuklarının ilk öğretmenleri olmuşlardır. Bunların misalleri hadis kitaplarımızda geçmektedir.
İslam’dan önceki toplumlarda, kadın birçok konuda hak sahibi sayılmıyor hatta Allah’a ibadette bile erkekle eşit görülmüyordu. Ali İmran Sûresinde bahsedildiği üzere, karnındakinin erkek olacağını umduğu için onu Allah’a, mabede adayan Hanne, kız doğduğunu görünce üzülmüştü. Çünkü kız çocuklarının adağı kabul edilmiyordu. Fakat o, yine de sözünü yerine getirebilmenin mücadelesini vererek kızını mabede yerleştirdi. O, belki ilk anda Allah’ın ona neden erkek çocuk vermediğini anlayamadığı için üzülmüştü. Fakat Allah Azze ve Celle onunla, bu davaya sadece erkeklerin değil kadınlarında adanabileceğini ve yeni nesillerin tertemiz annelerden doğmasının ne kadar önemli olduğunu göstermek istemişti. Rabbimiz bu hadiseyi Kur’an-ı Kerim’de de anlatarak bu ümmetin kızlarının da ibadette, gayrette, eğitimde iffetini muhafaza ederek elinden geleni yapması gerektiğini bizlere de öğretmiştir.  Ve ümmeti Muhammed’in anası olacak mü’mine hanımların, Hz Meryem gibi İslamî bir eğitimle ilim ve takva sahibi olmasını, bu şekilde günahtan korunmuş tertemiz annelerden tertemiz nesiller doğmasını istemiştir.
Buna göre kadının aile içerisindeki vazifesinin önemi büyüktür. Ancak bu, onun toplumda başka görevlerinin olmasına engel değildir. Bu durum kadının her iki tarafın da dengesini kurmasını gerektirir. Mes’uliyetlerini yerine getirirken, yine sorumlu olduğu çocuklarının bakımı ve eğitimini önemsemelidir. Eşine karşı vazifelerine de gücü yettiğince riayet ederek, toplumsal sorumluluklarını yerine getirirken aile huzurunun bozulmasına müsaade etmemelidir. Bu durumda Müslüman kadının eşi de, hanımının evinden olduğu gibi toplumun kötü gidişatından da mes’ul olduğunu bilmeli ve her ikisi de karşılıklı yardımlaşmaya dönük bir anlayış geliştirmelidirler.
Bu gün Müslüman kadının vazifesi sadece kendi çocuklarını yetiştirmek değil, aynı zamanda öncü bir nesil yetiştirmektir.
O, öncü bir neslin doğması, eğitilmesi, güçlenmesi için; aklını, zekâsını, bedensel gücünü hatta gerektiğinde malını ortaya koymaktan çekinmemelidir. Bunun için o; öncelikle kendini sonra çocuklarını, daha sonra ümmetin çocuklarını, ümmetin annelerini ve ablalarını yetiştiren olmalıdır. Bu sebeple Allah Rasûlü kadınların eğitimine ayrı bir önem göstermiş ve Medine’de, kadınların da talebi üzerine onlarla ders yapabilmek için özel bir gün tahsis etmiştir.
Kettânî’nin verdiği bilgiye göre Sahabe, Hazreti Ömer’in halifeliğinden önce kardeşlerini ve kızlarını okutur, sonra da onları okutucu olarak vazifelendirirlerdi ve bu zincirleme olarak devam ederdi. Daha sonra, Hazreti Ömer okullar açtırarak çocukların eğitim ve öğretimi için görevliler tayin etti.6 Sahabe nesli de Peygamberini örnek alarak kadın ve çocukların eğitiminin önemini anlamıştı. Muhterem Hocamızın da ifade ettiği gibi; “Toplumun bir kanadı kadın diğer kanadı erkektir. Nasıl ki kuş iki kanatla uçarsa toplumda ancak iki kanadını da kullandığında yükselebilir.”
Müslüman kadın, İslam davası uğrunda gayret sarfederken önünde bir takım engeller olacağını da unutmamalıdır. Bazen eşi, çevresi bazen çocuklarına olan sevgisi, bazen dünyanın aldatıcı süsü ve çoğu zaman da kuvvetli nefsî arzuları önüne çıkabilir. Zaafiyetlerinin farkında olup onlarla mücadele edebilmeyi öğrenmelidir.       
Her Müslümanın önündeki engelleri aşabilmesinin yolu; öncelikle Allah sevgisi ve Rabbiyle sağlayacağı irtibattır. Allah sevgisi Müslümanın güç kaynağı olmalıdır. Sonra davasının haklılığına olan inancı ve toplumunun yanlış gidişatından duyduğu rahatsızlık onu gayrete yönlendirir.
Mü’min kadın da bu duruma kaygısız kalmamalı ve elinden ne geliyorsa davası uğrunda ortaya koymalıdır. İslam âleminin içinde bulunduğu bu zor günler elbette ki kadın-erkek, genç-yaşlı demeden ümmetin her ferdinin el birliği ile gösterdiği gayretle sona erecektir. Yüce Rabbimden, gayretlerimizi katında kabul buyurmasını ve İslam âleminin üzerindeki kara bulutların dağıldığı günleri görmeyi bizlere nasip etmesini temenni ediyorum. Allah’a emanet olunuz.

Semra Kuytul Furkan nesli Dergisi 21. Sayı

1.        Bakara, 30
2.        Nisa, 76
3.        Nisa, 124
4.        Ahzab, 35
5.        Ahzab, 36
6.        Kettani, et-Teratibü’l idariyye tercümesi, 3/107



İslam Fıkhı'nın Kaynakları (6)

İslam Fıkhı'nın Kaynakları 
Âlemlerin Rabbi, mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah’a hamd, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlüne salât ve selam olsun.
Allah’ın selâmı, rahmeti, yardımı ve bereketi Allah’ın davası ve mazlum ümmetimizin kurtuluşu uğrunda mücadele eden tüm kardeşlerimizin üzerine olsun.
Geçen sayımızda, Kıyas’ın manası ve şartları üzerinde durmuştuk. Buna göre usulüne uygun yapılan bir kıyas ümmet için bir rahmettir ve kıyamete kadar zuhur edecek olan her yeni meseleyi, Allah ve Rasûlü’nün istediği doğrultuda bir hükme bağlayabilmenin yoludur.
Gerçekte Kıyas’ın mânâsı, nass’ların uzanabildiği bütün sahalara tatbik edilmesidir; nass’lara bir şey ilave etmek değil, onları tefsirdir. Kıyas, mevcut olmayan hükmü var kılmak değil, (mevcud hükmü) ortaya çıkarmak (izhâr etmek)tir. Müctehidin işi ise yeni bir hüküm icad etmek değil, sadece hükmün “illetini (sebebini) anlamak ve kendisine kıyas edilen asıl mesele ile aynı özelliği taşıyan yeni meselenin sebep ile hükümde müşterek olduklarını açıklamaktan ibarettir. Böylece her ikisinde de aynı hüküm ortaya çıkmış olur.
İmam Şafiî, kıyas hakkında şöyle der: “Müslümanın karşılaştığı her meselenin zarurî bir hükmü vardır. Eğer bu hüküm açıkça mevcutsa aynen ona uyması, değilse hakîkate uygun şekilde içtihad yaparak ona olan delaleti araması gerekir.”1 Yani şer’î hüküm, ya nass (âyet-hadis) ile bilinir; İmam Şafiî bunun için “ayniyle hak” tabirini kullanır yahut da nass’ın mânâ ve amaçlarını araştırmakla anlaşılır; bu da Kıyas ile olur.
İmam Şafiî, sahâbî ve âlimlerin Kıyas’a göre amelini şöyle özetlemiştir: “Peygamber Aleyhissalâtu Ve’s Selâm’ın asrından günümüze kadar fakihler, din işlerindeki bütün hükümlerde Kıyas’ı kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de batıl olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Buna göre hiç kimsenin Kıyas’ı inkâr etmesi caiz olmaz; çünkü kıyas, olayları birbirine benzetme ve bu bakımdan aynı hükme varmadır.”
Kur’an-ı Kerim’de de, fiil ve sıfatların benzediği hallerde hükümlerin eşit olması ilkesinin kullanıldığını görmekteyiz. Meselâ; “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere batırmıştır. Kâfirler için de bu âkibetin benzeri vardır.”2 âyeti, birbirine benzeyen şeylerin hüküm bakımından aynı olduğunu belirtmektedir.
Şu iki ayet de birbirine benzemeyen şeylerin hüküm bakımından aynı olmadığını göstermektedir. “Yoksa kötülük isteyenler, ölümlerinde ve hayatlarında kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.”3
Bu âyet-i kerîmelerden anlıyoruz ki Kur’an, aklın eşitlik kanununu en güzel şekilde uygulamakta, benzer şeylerin aynı hükme ve birbirine benzemeyen şeylerin de ayrı hükümlere bağlı olduğunu beyan etmektedir.
Akıl açısından bakıldığında mantıklı görünen bu yöntemin elbette ki Kur’an ve Sünnet’ten de delilinin olması şarttır. Çünkü konulacak hüküm, insanları dinen bağlayacak ve helal-haram noktasında bir ölçü olacaktır. İslam âlimlerinin cumhuru (çoğunluğu) kıyası delil olarak kabul etmiştir. Bunun için de Kur’an ve Sünnet’ten bir takım deliller ileri sürmüşlerdir.
Nisa Sûresinde Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır. “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi (ulu’l emr) olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah’a ve Peygamber’e iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin.”4 Allah Rasûlü zamanında anlaşılmayan bir meselede konuyu Allah ve Rasûlüne havale etmek-götürmek, O’na başvurup hükmünü açıklamasını istemek demekti. O halde Efendimizin vefatından sonra Allah ve Rasûlüne havale etmek nasıl olacaktır? Ayetin hükmünün sadece o zamana ait olduğuna dair bir delil de yoktur. Yeni bir meselede bir şeyi Allah’a ve Peygamber’e havale etmek, mevcut hükmüne başvurmaktır. Bu ise Kur’an ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur. Hükümlerin sebeplerini tespit edebilmek ise kıyası mümkün kılar. Çünkü sebep tespit edilmeden kıyas yapabilmek mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümlerin sebeplerine işaret ederek, hükümlerin güttüğü amaçları açıklaması da kıyasın yolunu açmak demektir. Mesela, Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Ve’s Selâm’ın, oğulluk edindiği Zeyd b. Harise’den boşanmış olan Zeyneb Radıyallahu Anha ile evlenişinin sebebi Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “... Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu (Zeyneb’i) seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşlerle evlenmeleri hususunda mü’minlere bir zorluk olmasın.”5 O dönemde, evlatlıklar birçok konuda öz evlat gibi kabul ediliyor ve evlatlığın eşi öz gelin gibi kabul edilerek, oğulluğunun boşadığı kadınla evlenmek doğru görülmüyordu. Ayet Efendimizin Hz. Zeynep’le evlendirilmesinin sebebinin bu yargıyı kaldırmak olduğunu ifade ederek, hem hükmün sebebini hem de İslam’a göre, evlatlığın öz evlat hükmünde sayılmadığını açıklamış olmaktadır.
Yine Kur’an’da İsrailoğullarına bazı güzel rızıkların haram kılındığı, bunun sebebinin ise, onların kendilerini şehvetlerine düşkün olmaktan korumak için olduğu şöyle beyan edilmiştir: “Yahudilerin zulümlerinden ötürü kendilerine helal kılınmış olan temiz şeyleri onlara haram kıldık.”6
Başka bir ayette Kur’an, içki ve kumarın yasak edilişinin sebeplerini şu âyet-i kerime ile açıklar: “Şeytan, ancak içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmak ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?”7
Bu ayetlerde verilen hükmün sebebine de dikkat çekilerek, sebep tespiti yapmaya teşvik edilmiş ve yol gösterilmiştir.
Sünnet de aynı şekilde hükümlerin ta’liline* işaret etmiş ve bir kısım hükümlerin illetlerini (sebeplerini) açıklamıştır. Meselâ; Peygamber Aleyhissalatu Ve-s Selam başkasının evine girerken izin istemenin illetini, “izin, göz için emredilmiştir.”8 hadisiyle beyan etmiştir. Demek ki başkasının evine giren kimsenin görmesi hoş olmayan bir şeyle karşılaşmaması için müsaade istemesi gerekli görülmüştür. Bu hadis, başkasının evine izinsiz girme yasağının hikmetini belirtmektedir.
Başka bir hadiste Peygamber, Aleyhissalatu Ve-s Selam önce sahâbîleri, kurban etlerini saklamaktan nehyetmiş, sonra bunu onlar için mübah kılmıştır. Nehyedişinin sebebini de şöyle açıklamıştır: “Memleketimize gelen aç ve azığı bulunmayan göçebeler (daffe) için sizi ondan nehyetmiştim.”9 Demek ki ihtiyaç içinde bulunan göçebelerin geldiği yılda, kurban etlerini evde saklamak haram kılınmıştır. Dolayısıyla böyle bir ihtiyaç bulunmazsa, kurban etlerini saklamakta bir sakınca olmaz. Bu da illet’in mevcud olup olmamasına göre nass’a uymak demektir. Yani, illet bulununca hüküm bulunmakta, illet bulunmayınca hüküm ibahat (mübahlık) ifâde etmektedir. Bu ayet ve hadislerde hükümlerin sebebinin zikredilmesi o hüküm ile aynı sebebi taşıyan diğer meselelere de aynı hükmün geçirilebileceğini gösterir. Aksi halde sebebin bildirilmesinin bir manası kalmamaktadır.
Hükümlerde Kıyas’ın sübûtu üzerinde sahabîler icmâ’ etmişlerdir. Yani sahabîler, hükmü bilinmeyen bir meselenin hükmüne kıyas yoluyla ulaşabilineceğinde görüş birliği içindedir.
Hz. Ömer, Ebu Mûsâ el-Eş’ârî’ye, kıyas’a başvurmasını emrederken mektubunda şöyle demiştir: “Birbirine benzeyen şeyleri iyi anla, sonra ona göre olayları kıyas et!” 10
Bunlardan anlaşılıyor ki kıyas’ın İslâm hukukunun kaynaklarından birisini teşkil edişi Kitab’la, Sünnetle, sahâbîlerin icmâ’ı ve onların fakihlerince istinbat (delil elde etme) metodu olarak kullanılmasıyla sabit olmuştur.
Bu anlatılanlara ilaveten Kıyas’a bir de misal verelim. Hükmü hakkında nass mevcud olduğundan Cuma Namazı ezanının okunduğu vakitte alım satım yasaktır. Nass, Yüce Allah’ın “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın”11 sözüdür. Hükmün illeti, alış verişteki namaza gitmeyi engelleyen ve namazın kaçırılması ihtimalini taşıyan keyfiyettir. Bu illet, Cuma Namazı vaktindeki kiralama, rehin yahut nikâh (ve diğer bunlara benzer) muamelelerde de bulunduğundan, alış verişe kıyasla bu tasarrufların da hükmü, onların yasaklanışları olur.
Yalnız unutulmamalıdır ki hakkında hüküm olan bir meselede Kıyas ya da her hangi bir ictihadda bulunmak asla caiz değildir. Bu Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmek ve Kur’an’ı tahrif etmek demektir.
Âlimlerimiz bu konulara son derece hassas bir şekilde yaklaşmışlar ve hikmetini anlayamadıkları konuların aslını muhafaza etmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Allah onlardan razı olsun. 14 asırdır bizleri aydınlatan ve aydınlatmaya devam edecek olan böyle kıymetli bir mirası bizleri nasip eden Rabbimize hamdederek sözlerime son veriyorum. Allah’a emanet olun.
1- Er-Risale, s. 477
2- Muhammed (Kıtal), 10.
3- Câsiye, 21.
4- Nisa, 59
5- Azhâb, 37
6- Nisa, 160
7- Mâide, 91
8- Buharı, Diyât: 23, Libâs: 75
9- Müslim, Adâhî: 28; Buharı, Adahî: 16
10- el-Mebsut, c. XVI, s. 62, 63.
11- Cuma 9

Laikliğin tüm dinlere özgürlük içerdiğini söyleyenler, acaba “baskı gömleğini çıkardık” mı demek istiyorlar?


Laikliğin tüm dinlere özgürlük içerdiğini söyleyenler, acaba “baskı gömleğini çıkardık” mı demek istiyorlar?
Laikliğin “ne demek olduğunu” ve “ne demek olmadığını” hepimiz biliyoruz da peki şu soruların cevabını verebilecek olan var mı?
Laikliğin “tüm dinlere eşit mesafede ve tüm dinlere özgürlük olduğunu” savunanlar; acaba bu ülkede (sadece benim bildiğim 20-25 yıldır) İslam’ı yaşamak isteyenlere laik yönetim tarafından uygulanan baskıyı nasıl izah edecekler? Mesela; daha düne kadar başörtülülerin okullardan atılmalarını, üniversitelerde kurulan ikna odalarını, okul kapılarında gözü yaşlı bekleyen genç kızları, başörtülü hanımlar hakkında “bir de başları dik yürüyorlar ya dayanamıyorum” diyen çağdaş yaşam üyelerini, Atatürk’ün sağladığı baş açma hürriyetini(!) nasıl kullanmasınız(!) diyenleri, işyerlerinde namaza hatta Cuma namazına bile izin verilmeyişini, Ecevit’in başörtülü olduğu için “atın bu kadını dışarı” demesini ve 28 Şubat’ı nasıl izah edecekler?
Daha sayamayacağımız kadar çok baskı!
Üç kişinin bir araya gelip Kur’an okumaktan korktuğu günleri bende hatırlıyorum.
Daha gerilere gidersek, Kur’an kurslarının kapatılmasını, camilerin ahıra çevrilmesini, Arapça ezanın dahi yasaklanmasını, çocukların kulağına dahi Arapça ezan okunamadığı yani laikliğin zirvede olduğu günleri nasıl izah edecekler! Hadi dini devletten ayırdılar, halkta bıraktılar mı? Çocuğun kulağına okunan ezana dahi tahammül edemeyen zihniyet bugün nasıl oluyor da zeytinyağı gibi üste çıkıyor. Bu utanmazlık değildir de nedir!
Şimdi diyecekler “sizin örtünüz ideolojik simge taşıyordu. Ezanınız tevhidi haykırıyordu. Camiinizde bize değil Allah’a ibadet ediliyordu…” Sizin açınızdan haklısınız o halde. Bunlara tahammül edilemez!
Aslında sizin kabul etmediğiniz şey, ALLAH’IN EMRİNİN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE TAŞINMASIYDI ve biz her konuda bunu yapmaya devam edeceğiz. Demek ki o gün olduğu gibi yine dine yani bize tahammül edemeyeceksiniz. O halde şimdi kimi kandırıyorsunuz?
Şu üç beş yıldır “Ilımlı İslam Projesi”yle görünür bazı şeylerin serbest kalmasına ise aldanmıyoruz. Çünkü aynı zihniyet bunun “dini bitirmek amaçlı bir proje” olduğunu bildiği halde bile, görsel bir takım serbestilere bile tahammül edemiyor. Bu zihniyet; ılımlılaşmış, laikliği, demokrasiyi hazmetmiş Müslümanları bile kabullenemiyor, keskin bir kılıç gibi dinin tamamını kesip atmak istiyor. Hatta kalplerindeki bu büyük arzuları ağızlarından taşıyor!
Bu millet o baskıları hatırlamasa belki kandırılabilirdi. Ama hala şahitleri bile aramızda. Laik, demokratik ve ÖZGÜR(!) dönemde Kur’an’ı öğrenmek için dehlizlere saklananlardan bir kısmı hala yaşıyor.
Yoksa onlar da: “değiştik, baskı gömleğini” çıkardık mı diyecekler!
Öyle sanıyorum ki ne onlar bunu der ne de biz buna inanırız!
Ortada herkesin bildiği 2 hakikat vardır;
1- İslam dini, milletten de devletten de ayrılamaz bir bütündür.
2- Laikliğin tüm dinlere eşit mesafede olduğu ve özgürlük vaadettiği lafları da ancak kuyruklu bir yalandır.
Müslümanlar da Laikler de; Kendilerini de Kimseyi de Kandırmasınlar…

Çünkü her iki taraf da kandırıldığını biliyor!