20 Kasım 2013 Çarşamba

İSLAM’DA DAVETİN HÜKMÜ VE HİKMETİ



 SEMRA KUYTUL
Yüce kitabı Kur’an-ı Kerim de, kullarını selâmet yurduna davet eden Rabbimize hamd, hayatında her türlü davetin örneğini, bizlere gösteren Resulullah (s.a.v.)’a salât ve selam olsun.
İslam’a davetin önemini anlamak için Allah Rasulü (s.a.v.)’nün hayatına bakmamız kâfi olsa gerek. Efendimiz toplumunda zulüm, ahlaksızlık ve rayında gitmeyen işler olduğunu görüyordu. Ne zaman ki uyarma görevi (ve yöntemi) kendisine verildi, vefatına dek bir daha terk ettiği rahat hayatına dönmedi. Biz onun dilinde ve yaşantısında hayat bulan din ile hidayete erdik. Ve Resulullah (s.a.v.)arkasında bizlere miras olarak Kur’an, sünnet hazinesini ve kutsal davet vazifesini bıraktı.  İslam’a davet; selâmete davettir, kurtuluşa davettir. İmana, hayırlı amellere, adaletli olmaya, günah ve zulme karşı direnişe, güzel ahlak ve merhamete, en nihayetinde ise cennete davettir.
Allah (c.c.), İnsana takvasını da fucûrunu da ilham etmiştir. Buna rağmen toplumda yaygınlaştırmak istediği emri bil maruf nehyi anil münker (iyiliği emretme kötülükten sakındırma) görevi ile kullarının daima günaha meyletme zafiyetini koruma altına almaktadır. Müslümanlarda ahlak haline getirilmeye çalışılan bu emir sosyal hayatın emniyet sibobu gibidir.  
Aynı zamanda, tökezleyenin elinden tutma, düşeni kaldırma mekanizması da denilebilir. Taşlı, çukurlu bir yolda ilerleyen bu topluluğun her ferdinde bu mes’uliyet duygusu oluşmalıdır. Ta ki kimse geride kalıp şeytana yem olmasın! 
“Buna göre ferdin sadece kendini ıslah etmesi ve nefsi ile meşgul olması, yeterli değildir. Kişi aynı zamanda cemiyetin ıslahı ile de mükelleftir. Zira fert, cemiyetin te’sirindedir. Müslümanın yaşadığı cemiyet İslamî bir cemiyet olmadıkça Müslüman şahsın kendi hayatını bu şekle sokması mümkün değildir. İslamî olmayan bir toplumda Müslüman’dan İslam’ ı tam yaşaması istenilemez. Bu bakımdan fert, davetle mükelleftir.”1
        Peki bu yükümlülük istisnasız her fert için midir? Yüce Rabbimizin Kitab’ında; “İçinizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun”2 ayeti ile bütün Müslümanları böyle bir topluluk oluşturmakla mükellef kılmıştır.  İslam’a davet; ilim ve tecrübe sahibi olmayı gerektiren hassas bir meslektir. Yeterli donanıma sahip olmayanların bu vazifeyi yapması zarara dahi yol açabileceğinden, Rabbimiz Teâla bu görev için ihtisas sahibi bir zümrenin olması gerekliliğine dikkat çekmektedir.  Bu ayete göre emri bil maruf nehyi anil görevi farz-ı kifaye hükmündedir.   Yani bütün toplum bu görevle mükellef tutulmakla birlikte içlerinden bir kısmının yapmasıyla diğerlerinden sakıt olan bir farzdır.  Toplumda çok önemli bir yeri olan bu vazifeyi tek tek bütün fertlerin üstlenmeye gücü yetmeyecektir. Çünkü herkesin kabiliyetleri ve iş yapma güçleri farklıdır. Bu açıdan farz-ı kifaye toplum açısından bir görev dağılımı gibidir ki, herkes yapabileceğinin en güzelini yapsın.
        Şatıbî el-Muvafakat’ında farz-ı kifayeyi şöyle açıklamıştır: “Bu farzların yerine getirilmesiyle umumi maslahat sağlanmış olur. Bunları yerine getirme görevi ise, bütün fertlere ait bir iştir. Kimisi doğrudan doğruya bunları yapmaya muktedirdir; diğerleri de, kendileri bunları yapmaya muktedir değilse muktedir olanları iş başına getirmekle mükelleftirler.”3 Bu durum da davetin herkesi kapsayacak kadar şümullü olarak farz olmaması da bir rahmettir. Bizzat davete gücü yetmeyenler, davetçilere yardım etmekle bu konudaki yükümlülüklerini yerine getirmiş olurlar.
        “Bu sayede millet, farz-ı kifaye olan her işi, ortaklaşa bir gayretle yürüttüğü için gelişir. Onu yürüten şahıs bir noktada duraklarsa, demek ki toplumun yardımına ihtiyaç duymaktadır. Yardım edilerek gücü arttırılırsa farz-ı kifayetlerdeki gayelerin sonuna varıncaya dek yoluna devam eder. O halde farz-ı kifaye ne mutlak olarak toplumun nede mutlak olarak ferdin vazifesidir. Böylece herkes üzerine düşeni yapmış olur. Bu ise “vacibin tamamlanmasını sağlayan şey vâcib’tir” prensibinin bir icabıdır.”4
          Ayrıca bu topluluk topluma kâfi miktarda olmalıdır. Muhatabımız kitleler ise elbette küçük bir grup bu görevi yerine getirebilmek için yeterli olmayacaktır. Evet “içinizden bir topluluk” fakat yeterli sayıda bir topluluk. O halde davetçi topluluğu yeterli sayıya ulaşıp şehrine, ülkesine, ümmetine kâfi gelinceye kadar bütün toplum davetçi olmak veya davetçi yetiştirmekle mükelleftir.
           Bu ayetin delâleti ile uzman bir topluluğun varlığı farz-ı kifâye hükmünde ise de Kur’an-ı Kerîm de bir çok ayet genel manada iyiliği emir ve kötülükten sakındırma görevini ümmete şamil kılarak imana davet veya hükmü toplumda meşhur olan ya da yanlışlığı veya doğruluğu akılla ve tecrübe ile bilinen mevzularda her ferdi mes’ul tutmuştur. “Önce en yakınlarını uyar”5 “Rabbinden sana indirileni tebliğ et”6  gibi ayetlerin sadece Peygamber Efendimize veya özel bir topluluğa mahsus olduğuna dair bir delil yoktur. Bunun gibi birçok ayet ve hadislerde her ferdin birbirini uyarması ve bu suretle toplum da hayırlı amellerin yaygınlaştırılıp, günahların kınanması ve azaltılması istenmiştir. Buna göre yanlışlar ya da haksızlıklar karşısında doğruları savunmak daimî olarak vaciptir. Burada gücü yeten her Müslüman’ın müdahalesi vacip olur.
        İslam’a davetin vacipliğini anlamamızı sağlayan başka bir unsur, ayet ve hadislerde bu görevi terk edenlerin acı azaba uğrayacaklarının bildirilmiş olmasıdır. Resulullah (s.a.v.) “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız veya Allah’ın tarafı ilahisinden bir azab göndermesi pek yakındır. Bu durumda O’na dua edersiniz de dualarınız kabul olunmaz.”7 buyurmuştur.
       Anne- babalar çocuklarının, hanımlar eşlerinin, erkekler ise hanımlarının davetçilik mesleğinden gurur duymalı, ailelerinin bir ferdinin böyle kutsal bir göreve seçilmesiyle nurlanıp, şereflendiklerini unutmamalıdırlar. Göz açıp kapayıncaya kadar geçmekte olan dünya hayatında böyle kazançlı başka bir meslek görülmemiştir. Çünkü Allah Resulü;“Senin elinle bir insanın hidayete ermesi, üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır”8 buyurmaktadır.
       İlmiyle ve örnek yaşantısıyla görevini yerine getiren bir davetçinin dilinde davet; bazen gönülleri okşayan, serinleten bir meltem, bazen unutulmuş sünnetleri ihya eden, topluma taze tohumlar saçan, ölü ruhları dirilten bir esinti, bazen de kötü fikir ve hurafe uygulamaları kökünden söküp atan bir kasırgaya dönüşerek, rüzgârla ne kadar benzeşmektedir. Ve yine toplumun kirlenen miskin havasını dağıtan, canlandıran, monoton gidişatı hareketlendiren bir rüzgâr!
        Davet bilenlerin bilmeyenlere öğretmesidir. Davet; unutanlara hatırlatmadır. Davet doğruların anlatılması ile hakkın güçlendirilmesi, mazlumun desteklenmesidir. Davet mü’minlere cesaret verme, düşmana korku salmadır. “Allah yoluna davet, İslam dinin hayatıdır. Çünkü din, davetle gelişmekte ve davetle yaşamaktadır.”9

1 -A.Zeydan, Usulu’d Dave,sh.124-128
2 -Ali İmran 104
3 -El-Muvâfakât c-1, sh.178-179
4 –A. G. eser sh.181
5 -Şuara 214
6 -Maide 67
7 -Tirmizî, Fiten 9; İbni Mâce,Fiten20
8 –Buharî Cihad 102-143
9 -Saka, K.K.’nın Davet Metodu sh. 26

Semra Kuytul Furkan Nesli Dergisi 6. sayı


MÜSLÜMANIN HAYATINDA SÜNNETİN KONUMU(2)



Bizlere bahşettiği tüm nimetlerinden ötürü yüce Rabbimize sonsuz hamd, şanını tüm dünyada yücelttiği ve O’nun eliyle de dinini yücelttiği Rasûlüne salât ve selem olsun. Ve Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti bu dini üstün kılmak uğrunda Peygamberinin yolunu takip eden tüm Müslümanların üzerine olsun.
Çağdaşlarını ve kendisinden sonra gelecek olan ümmetini sapmaktan kurtarabilmek için son derece gayret sarfeden Allah Rasûlü (s.a.v.) kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlar için numune teşkil eden hayatıyla yolu dosdoğru göstermiş ve yanlış anlamalara mahal bırakmamıştır. O’dan sonra gelenler, Kur’ân’da bir konuda tereddüde düşecek olduklarında doğru hükmü elde etmek için O’nun sünnetine bakmaları gerekmektedir. Bazı meseleleri sözlü ifade ettiği hadisleri ile bazı meseleleri fiilî uygulamaları ile ve bazı meseleleri de huzurunda gerçekleştirilen bir uygulamaya verdiği onay ile açıklığa kavuşturmuştur. O halde Allah Rasûlü’nün Sünneti; 1- Kavlî Sünnet 2- Fiilî Sünnet 3- Takrirî Sünnet olmak üzere üçe ayrılır.
Sünnetin çoğu kavlîdir. Mesela: “Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazını geçirirse, hatırlayınca kılsın”1 hadisi böyledir. Fiilî sünnete misal olarak Hz. Peygamberin namaz kılışını ve haccedişini verebiliriz. Kendisi de; “Ben namazı nasıl kılıyorsam sizde öyle kılın”2, “Hacc ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin”3 buyurmuştur. Takrirî sünnet ise huzurunda yapılan işleri veya söylenilen sözleri reddetmemesidir ki bunun bir misali; su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir kimse, namazdan sonra su bulduğu halde namazını iade etmemiş ve Allah Rasûlü bunu tasvip etmiştir. 4 Çünkü Allah Rasûlü için, konum itibariyle dinî bir meselede dine uygun olmayan bir davranış gördüğünde sessiz kalması caiz değildir.
Kur’ân açısından bakıldığında sünnetin konumu üçe ayrılır;
1-Sünnet; kitabın mübhemlerini (manası kapalı olan hükümlerini) ve mücmellerini (tafsilatı açıklanmadığı için kapalı sayılan hükümlerini) açıklar, gerekli durumlarda umumî ifade ile bildirilen hükümleri tahsis eder (genel değil özel olduğunu beyan eder) ve yine cumhur-u ulemaya göre; Kur’ân’ın nâsihini ve mensuhunu yani hangi ayetin hükmen veya lafzen kaldırıldığını (nesh olunduğunu) ve nesh eden ayetin hangisi olduğunu bildirir.
2-Sünnet, Kur’ân’da asılları sabit olan farzları tamamlayıcı hükümler getirir.  Burada sünnet Kur’ân’ın tamamlayıcısı ve yardımcısı mahiyetindedir. Kur’an’da tafsilatı anlatılmayan hükümlerin tafsilatını bildiren ilaveler yapar. Mesela, Kur’ân’da abdestin dört farzı sırasıyla bildirilmiş ‘eller dirseklere kadar’ ifadesiyle miktarı bildirilirken başın meshedileceği miktar söylenmeyip sünnete bırakılmış ve abdestle ilgili diğer hükümler olan; sünnetleri, mekruhları, alınan abdestin ne ile bozulacağı gibi tafsilat sünnet tarafından tamamlanmıştır. Bunun misalleri oldukça fazladır.
3- Sünnet, Kur’ân’da bulunmayan bir takım hükümleri beyan eder. Bu maddede, Kur’ân’da olmayanı beyan etmek denilse de aslında buna verilen misallere bakıldığında aslının bir şekilde Kur’ân’da mevcut olduğu görülür. Mesela yırtıcı kuşların haramlığına dair varid olan hadisler, “ O temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar”5 ayetine râcidir. Fakat bu hükümleri Kur’ân ve sünnetten delil olmadan kat’i olarak bilmek mümkün değildir. Fakat hadislerde belirtilenlerin dışında insanların pis gördüğü şeyler yine pis kabul edilse de bunlara haram denilemez. Ancak mekruh (çirkin görülmüş) kabul edilir. Böylece denilebilir ki sünnetin açıkladığı her bir hüküm için Kur’ân’da uzak veya yakın bir asıl (dayanak) mevcuttur. Şatıbî el-Muvafakat’ında bu konu hakkında şöyle demiştir. “Sünnet manası itibariyle kitaba racîdir. O kitabın mücmel ifadelerini açıklar. Müşkilini izah eder, muhtasar beyanlarını genişletir; çünkü o kitabın bir açıklamasıdır. Buna “Sana Kur’ân’ı indirdik, ta ki insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın” 6 ayeti delâlet eder. Sünnette mevcut olan her hususa Kur’ân’da icmalî (genel) veya tafsilî (özel) bir delâlet vardır. Çünkü Kur’ân, bu şeriatin, esası ve ilk kaynağıdır… Buna göre sünnet, özet olarak Kur’ân’da vardır. Allah-u Teâlâ’nın Kur’ân’da “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” 7 buyurmasının manası da budur.”8
Bu bilgiler ışığında bakıldığında insanlara hidayet rehberi olan Kur’ân insanlara; dünya ve ahirette saadetine erebilmenin tüm detaylarını sünnet vesilesi ile bildirmiştir. Bir Müslüman Allah’a nasıl iyi bir kul olabileceğini Rasûlullah(s.a.v.)’ın hayatından öğrenir. Nefsine ve etrafındaki canlı cansız tüm varlıklara karşı sorumluluklarını nasıl yerine getireceğinin en kâmil örneğini O’nda görür. Her konuda ifrat ve terfide kaçmadan dengeli bir hayat yaşayabilmenin yolunu yine o göstermektedir. Ve yine Rabbimiz Allah’ın dinini üstün kılacak hareket metodunu; en saf, en kestirme, en az zayiatla ve toplum psikolojisine en uygun şekliyle O’nun hayatında bize öğretmiştir. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.v.) ümmetini her konuda kendi sünnetine uymaya teşvik ederek şöyle buyurur: “Gerçekten ben size iki şey bıraktım ki onlara sarıldıkça asla sapıtmayacaksınız. Onlar; Allah’ın kitabı ve benim sünnetimdir.”9
Yine Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden baş kaldıranlar dışında tümü cennete gireceklerdir. Dediler ki; ey Allah’ın Rasûlü kim bu baş kaldıracak olanlar? Buyurdu ki: bana uyanlar cennete gireceklerdir, başkaldıranlar ise isyan içindedirler.” 10
Bu misyon gereği Efendimiz (s.a.v.), kendisine peygamberlik verilmesinden itibaren neredeyse hayatının tamamında hiç yalnız kalmayarak daima insanların arasında olmaya sabretmiştir. Her fırsatta ashabının arasında bulunmuş, hassaten belli başlı ibadetleri sürekli cemaatle gerçekleştirmiş, hanımları onun evdeki halinin şahidi olmuş, sefere çıksa eşlerinden birini yanına almış ve çadırında tek kaldığı zamanları dahi nasıl geçirdiğini ümmetine göstermiştir.
Bu şekilde ümmet Allah’ın razı olduğu bir kul; nasıl oturur-nasıl kalkar, nasıl uyur hangi vakitleri uyanık geçirir, gecesini-gündüzünü nasıl değerlendirir, namazda secdede ne kadar durur, Kur’ân okuyuşu nasıldır, nasıl konuşur-nasıl şakalaşır, cahillik yapanı nasıl affeder ve hatta düşmana karşı nasıl kılıç sallar?... Ve daha ahlakından şahsiyetine, kulluğundan liderliğine, yemesinden giyimine, gençliğinden ihtiyarlığına her yönünü bizzat görmüş, görenlerden öğrenmiştir.
Mübarek hayatını Allah(c.c.)’ın dinini hâkim kılmaya ve ümmetinin kurtuluşuna adayan Efendimiz (s.a.v.)’e salât ve selam olsun. Ya Rabbi! Her halimizle O güzel Rasûle benzeyebilmeyi bize nasip et. Kıymetsiz hayatlarımızı O’nun, uğrunda hayatını ortaya koyduğu davaya feda ederek değerli kılabilmeyi bizlere de lutfet! (Amin)

Semra Kuytul Furkan Nesli Dergisi 11. Sayı

1-       Ebu Davut, Salât 11

2-       Buharî, Edep, 27

3-       İbni Hanbel Müsned, c.3, sf.318,366

4-       M. Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi sf. 99-100

5-       Araf 157

6-       Nahl 44

7-       Enam 38

8-       M. Ebu Zehra sf. 106

9-       Hâkim Müstedrek 1. 93

10-   Buharî   

MÜSLÜMANIN HAYATINDA SÜNNETİN KONUMU (1)

                                                                            Kitabıyla yolumuzu gösteren ve Rasûlü ile
de bu yolu aydınlatan yüce Rabbimize hamd, Sünneti Seniyyesi ile bizlere bu dini bütün ayrıntılarıyla ve kâmil bir şekilde öğreten Allah Rasûlüne salât ve selam olsun. Ve Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi Allah ve Rasûlü’nün yolunu en güzel bir şekilde takip eden tüm Müslümanların üzerine olsun.
Kâinatı yaratan ve düzeninin nasıl cereyan edeceğini mahkûkatına ilham eden Allah(c.c.) bu şekilde bu nizamı milyarlarca yıldır muhafaza etmektedir. Kurulan bu nizamdan şikâyetçi olan da yoktur. Çünkü sistemi kuran bütün ilimlerin yegâne kaynağı olan Allah(c.c.)’tır. Kâinatta hiçbir detay ihmal edilmemiş, boş bir alan bırakılmamıştır. Çünkü hiçbir alan kanunsuzluğu kabul etmez. Orada hemen karışıklık zuhur eder ve yaşam durmak zorunda kalır. Aynı durum tabii olarak insan hayatı içinde geçerlidir. Rabbimizin insana müdahalesinin kutsal kitapları ile olduğunu biliyoruz. Bu kitapların uygulama modelini de peygamberler göstermişlerdir. Kâinat misalinde belirttiğimiz gibi insanların yaşam alanlarında da yol-yöntem gösterilmeyen bir alan kalması o alanda problemler doğmasının sebebidir. İşte hayatımızın her alanına hitap ederek bizleri hiçbir konuda şaşkın bırakmayan Allah(c.c.) bunu peygamberine kâmil bir hayat yaşatarak gerçekleştirmiştir. Vaaz edilen hükümler O’nun yaşantısında canlanmış, Kur’ân’da göremeyeceğimiz detaylar pratiğinde zahir olmuş, zorlar; onda uygulama yöntemini görmekle kolaylaşmıştır. Bu şekilde İslam’ı, hayatın her saniyesinde yaşayabilmek mümkün olacaktır. Bu durumda Allah Rasûlü’nün sünneti büyük önem taşımaktadır. O halde bu gün Kur’ân’a yapılabilecek en büyük kötülük onu Allah Rasûlü’nün sünnetinden uzaklaştırmaktır.
Sünnet Allah Rasûlü’nün söz, fiil ve takrirlerine denir. ‘Sünnet kelimesi ile yüce Allah(c.c.)’ın hak dini tebliğ etmesi ve insanlığa rehberlik yapması için gönderdiği nebinin seçmiş olduğu yol kastedilir. Diğer bir ifade ile sünnet; Allah’ın dinini anlama ve hayattaki bütün işleri uygulamada teorik ve pratik olarak Hz. Peygamberin getirmiş olduğu nebevî yöntem demektir.’1
Efendimiz(s.a.v.)’in ifadesi ile “rahat koltuklarına yaslanarak ‘Kur’ân’da ne bulursak sadece ona uyarız”2 diyenler bu şekilde Kur’ân’ı yaşam alanından çıkartmaktadırlar. O zaman Kur’ân, ya yaşayamadıkları bir kitap olacaktır ya da hükümleri, kendi kafalarına göre şekillendirerek Allah Rasûlü’nün önüne geçeceklerdir. Çünkü Kur’an ve sünnet çeşitli yöntemlerle hiçbir alanı boş bırakmamıştır. Rabbimiz, kendi hükmünü terk edenleri kınarken yanında peygamberini de zikrederek  “Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman inanan erkek ve kadına işlerinde artık başka yolu seçmek yakışmaz”3 buyurmaktadır. Buna rağmen bugün Allah Rasûlü’nün bir hükmü veya bir uygulaması olduğu halde onu terk edip başka yol tercih edenler ve bunu Kur’ân’a uymak zannedenler, bu halleriyle Allah(c.c.)’nın emrine karşı çıkmış ve Kur’ân’a aykırı bir yol tutmuş olmaktadırlar. Ayrıca kendi görüşlerini, Allah Rasûlü’nün hükmünün önüne geçirmek suretiyle Rasûlullah (s.a.v.)’e saygısızlık etmekle de kalmayıp doğru yolu bulmanın Allah ve Rasûlü’ne uymakla mümkün olacağı şartına uymayarak ‘Sırat-ı Mustakîm’den de sapmışlardır.
Kur’ân’ı doğru anlama ve yaşamayı Allah Rasûlü’nden öğrendiğimiz gibi, Efendimiz(s.a.v.)’in ümmet açısından konumunu da O’nun Ashabı’ndan öğrenmeliyiz. Allah-u Teâlâ ilk Müslümanları Peygamber’lerine nasıl davranmaları gerektiği konusunda tam anlamıyla eğitmiştir. Onlar Kur’ân’ı dinliyorlar ve onu nasıl uygulayacaklarını Efendimiz(s.a.v.)’den öğrenebilmek için yarışıyorlardı. Ayrıca hükmünü bilmedikleri bir meselede vakit kaybetmeden hemen Allah Rasûlü’ne gidiyor ve ondan aldıkları cevap hoşlarına gitsin veya gitmesin hemen uyguluyorlardı. Buhari Sahihi’nde, Ukbe b. Haris (r.a.)’ten şöyle bir olay rivayet edilmiştir. Sahabeden birisine bir kadın gelerek, hanımını ve kendisini emzirdiğini söyledi. Adam şaşkınlığından hemen Mekke’den Medine’ye gitti. Rasûlullah’a sütkardeş olduklarını bilmeden bir kadınla evlendikten sonra sütkardeş olduklarını öğrendiğinde Allah’ın hükmünün ne olacağını sordu. Rasulullah; “bu durum söylendikten sonra evlilik nasıl devam eder” buyurdu. Bunun üzerine adam hanımını uygun bir şekilde boşadı.4 Çünkü çok iyi öğrenmişlerdi ki Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiğinde o hükmü yüreğinde bir sıkıntı duymadan kabullenmek İslam’ın gereği, imanın göstergesiydi.
Sahabenin her konuda Allah Rasûlü’nü takip ettiğinin bir misalini de Akabe bey’atı esnasında görüyoruz. Hz. Osman Mekke’de olduğu için, orada bulunanlar bey’at ettikten sonra Allah Rasûlü bir elini diğer elinin üzerine koydu ve “bu da Osman’ın yerine olsun” buyurdu. Bunun üzerine Ashab: ‘ne mutlu Osman’a. O Mekke’de, biz buradayız. Şimdi bol bol Beytullah’ı tavaf eder, dediler. Efendimiz (s.a.v.) “Osman orada şu kadar yıl kalsa, ben Beytullah’ı tavaf etmedikçe o etmez” buyurdu. Ve o sırada Mekke’ye giren Hz. Osman’a amcaoğlu Eban b. Said; ‘Kâbeyi tavaf et ben seni korurum’ dediğinde, Hz. Osman ona şu cevabı veriyor ve aynı zamanda gelecek Müslümanlara da bir ders veriyordu. “Bizim büyüğümüz yapmadan biz herhangi bir şeyi yapmayız. Ne zaman ki, O bir şeyi yaparsa, bizde O’nun ardından takip ederiz.”5
Efendimizin o seçkin sahabeleri O’nun kıymetini o kadar iyi anlamış ve O’nun ağzından çıkan her bir söze o kadar adapte olmuşlardı ki Cabir (r.a.) ‘den gelen bir rivayette:“Cuma günü peygamber efendimiz minbere çıkınca cemaate “oturun” , buyurdu. O sırada mescidin kapısında bulunan Abdullah b. Mes’ud Efendimizin sesini işitince hemen oraya oturdu. Bunu gören Allah Rasûlü ise;“Abdullah beri gel” buyurdu.6 Ashabı O’nun kelimelerini, adımlarını takip etmek suretiyle kurtuluşa ermeyi umuyordu. Cennet’in yolunu en iyi bilen elbette ki O’ydu.
Yine Efendimizin vefatının ardından da sahabesinin onun hükmüne bağlılığının misalini Hz. Ebu Bekir’de görmek mümkündür. Allah Rasûlü vefatına yakın, Rumlara karşı Usame (r.a.) komutanlığında orduyu hazırlamış fakat ordu yola çıkmadan vefat etmişti. Rasûlullah’ın vefatından hemen sonra halife seçilen Hz. Ebu Bekir(r.a.)’e Ashab; ‘orduyu savaşa gönderme. Zira görüyorsun ki Allah Rasûlü’nün ölümü sebebiyle dinden dönen Araplar var önce onları yola getirmek lazımdır’ deyince, Hz. Ebu Bekir; “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; Allah’ın Rasûlü’nün göndermek istediği bir orduyu ben alıkoymam. Bunu yapmak benim için gökten yere düşmekten daha kötüdür”7 diye cevap vermiştir.
Bunlar ve benzeri birçok rivayet sahabenin Kur’ân’la nasıl beslendiklerini göstermektedir. Kur’ân, Allah(c.c.)’a itaati Peygamber’ine itaat ile birlikte zikretmekte ve bu ayetler Allah’a olduğu gibi O’nun Peygamberine itaatin gerekliliğini de açıkça göstermektedir. Nisa sûresinin 80.ayetinde;“Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.”
buyrulmuştur. Peygamber’imizde bu konuyu bir hadisinde şöyle ifade eder; “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.”8
 Bu şekilde İslam hukukunun dayandığı delillerde sünnet; Kur’ân’dan sonra ikinci kaynağı teşkil eder ve Ulema arasında Şârî’ (hüküm koyucu) denildiğinde; Allah ve Rasûlü, nass (delil) denildiğinde ise Kur’an ve Sünnet kastedilir.
Ayrıca Allah (c.c.); “Sana indirileni apaçık tebliğ et”9 buyurmuştur. Ona indirilenin ‘apaçık tebliğ edilmesi’, sünnetle birlikte olduğunda gerçekleşmektedir. O halde sünnet, Rasûlullah’ın tebliğine dâhildir. Rabbimiz;“Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti öğreten bir Rasûl gönderdik.”10 buyurmaktadır. Bu ayette de okumak ayrı, (açıklayarak) öğretmek ayrı birer fiil olarak zikredilmiş ve kitap dışında bir de hikmeti (sünneti) öğrettiği ifade edilerek Mü’minlere bu nimetin büyüklüğü hatırlatılmıştır. Yani; O’nun size Kur’ân’ı okuyup öğretmesi, onu doğru anlayabilmeniz ve yaşayabilmeniz açısından önemli bir aydınlatma ve çok büyük bir nimettir.
Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in fiilleri, onlara tabi olmak bakımından üç kısma ayrılır:
1- Şeriati açıklamak için yaptığı işler; namaz kılışı oruç tutuşu gibi şeriatin mücmel ifadelerini açıklayan fiilleri. Mesela Kur’ân’-ı Kerim icmalen (genel olarak) namazı kılın buyurmuş ve abdestin dört farzını bildirmiş fakat tam olarak abdestin nasıl alınacağı abdestin neyle bozulacağını, namazın nasıl kılınacağını namazdaki mekruhların (Allah tarafından hoş görülmeyen işlerin) müstehapların (beğenilen uygulamaların) neler olduğunu, namazın hangi davranışlarla bozulacağını açıklamamıştır. Allah Rasûlü bunlar gibi namazla ilgili gerekli tüm bilgileri uygulayarak bize öğretmiştir. Bir hadisinde Efendimiz (s.a.v.) İbni Mes’ud (r.a.)’a;“Elime su dökte sana Cibril’in nasıl abdest aldığını öğreteyim”11 buyurarak Kur’ân’da yazmayan bazı bilgilerin Cebrail (a.s.) vasıtası ile Allah(c.c.) tarafından kendisine bildirildiğini ifade etmektedir. Bu şekilde yaptığı dinî işler Kur’ân’ın kısa ifadelerinin açıklaması sayılır. Ve bir de bir işin, mübah ve meşrû’ olduğunu gösteren uygulamaları vardır ki, yaptığı alış-verişler bunun misali olabilir. O’nun yaptığı gibi alış-veriş yapmak Müslümanlara farz olmamakla birlikte yaptığı gibi ve benzeri uygulamaların bizim için caiz olduğunu gösterir.
2- Peygambere mahsus olduğuna dair delil bulunan fiiller; Kur’ân’-ı Kerim’de, emir sîgası ile geldiği halde Peygamberimize ait olduğuna dair delil bulunan hükümler ki bunları uygulamak Müslümanlar için caiz değildir ve Kur’ân’da bunların sayısı birkaç taneyi geçmez. Dörtten fazla evlenmesine izin verilmesi gibi.
3- İnsanlık icabı ve Arabistan’da yaygın olan geleneklere göre yapmış olduğu iş ve hareketler. Bunlar dinî uygulamalar sınıfından sayılmayarak toplumun örf ve âdeti nev’indendir ki her toplumun örf ve âdeti değişik olabilir.12
Allah Rasûlü’nü hakkıyla anlayarak takip edenlerden olmak suretiyle Rabbimizin katında bu asrın sahabelerinden yazılmayı rabbimden niyaz ediyor, bir dahaki sayıda devam etmek temennisiyle sizleri Allah’a emanet ediyorum.
Semra Kuytul -Furkan Nesli Dergisi- 10. sayı
1-Sünneti anlamada yöntem Yusuf Kardavî sf. 46
2-Ebu Davut, İbni Mâce, Darimî
3-Ahzab 36
4- el-Müstedrek c.1 sh 461
5-Hayatu’s Sahabe c.2 sf.525
6-
7-
8-
9-Bakara 151
10-Ma’rifetu Ulûmi‘l-Hadis sf. 30
11-İslam Hukuku Metodolojisi M. Ebu Zehra

RAMAZANLA DİRİLİŞ


Kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi ve üzerimize rahmetini yağmur gibi yağdıran Rabbimize hamd,  Yüce Rabbimizin âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e salât ve selam olsun. Ve selam; ölü kalplerini rahmet denizinde arındırarak dirilten, Rabbimizin kullarına açtığı mağfiret kapısından girmek ve nasiplenmek için gayret sarfeden tüm kardeşlerimizin üzerine olsun.
‘Ramazan’ kelimesinin kökü;“güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur” manasına gelen "ramdâ" kelimesine dayandırılırsa buna göre; yağmurun yeryüzünü temizlediği gibi, Ramazan ayı da “müminleri günah kirlerinden temizler” demek olur. Bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Kim inanarak ve alacağı sevabı Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır."1 buyurmuştur.
Ya da; “güneşin şiddetli hararetinden taşların yanıp kızması anlamında olan "ramad" kelimesine dayandırılırsa o zaman da Ramazan kelimesinin manası; “böyle kızgın yerde yürüyenin ayaklarının yanması, zahmet ve meşakkat çekmesi gibi oruç tutan kimse de açlık ve susuzluğun hararetine katlanır, meşakkat çeker. Kızgın yerin, orada yürüyenlerin ayaklarını yaktığı gibi, Ramazan da müminlerin günahlarını yakar, yok eder” demek olur.
Ramazan ayında mü’minlere oruç tutmanın farz kılınmasının sebebi, Allah (c.c.)’ın kullarına meşakkat vermek istemesi değildir. Mazeret sayılabilecek bir hastalık veya yolculuk esnasında oruç tutmamaya izin verilmiş olması bunu gösterir. “…Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.”2
Allah'ın indirdiği bütün eski dinlerde de orucun farz kılındığı, bu farzın ilk ve asıl amacının mü'min kalpleri takvaya, duyarlılığa, Allah'tan korkmaya ve arınmışlığa hazırlamak olduğu şu ayette açıkça anlatılıyor: "Ey müminler, sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız diye, size de oruç tutmak farz kılındı.”3
Böylece orucun asıl büyük gayesinin takva olduğu meydana çıkmış oluyor. Çünkü kalplerde uyanış meydana getirerek Allah'a itaat etmek ve O'nun rızasına, hoşnutluğuna öncelik tanımak üzere bu ibadetin yapılmasını sağlayan faktör, takvadır. Çünkü takva yani kalplere yerleşen Allah korkusu her kötülüğün önünde engel ve her hayrın yapılmasını kolaylaştıran en önemli kuvvettir.
Kur’an-ı Kerîm’de, Ramazan ayının en önemli özelliği o ay içerisinde Kur’an’ın indirilmiş olması olarak zikredilir. Ramazan ayı ki; insanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden ayıran) apaçık belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir.” 4
Bu ayetten anlaşıldığına göre Ramazan'da oruç tutmak, sadece ibadet ve nefsi terbiye için değil, aynı zamanda Ramazan sırasında vahyedilen Kur'an nedeniyle Allah'a şükür etmek için farz kılınmıştır. Bir nimete şükrünü göstermenin en iyi yolu, o nimetin emrediliş amacını yerine getirmek ve mümkün olan en iyi şekilde gereğini ifâya çalışmaktır.5 Elbette ki bize verilen nimetlerin en büyüğü Kur’an’dır. Âlemlerin sahibi olan Allah’ın bu küçük mahlûkuna gönderdiği mesaj! Bizi yaratan Rabbimizi tanımamızı ve sevmemizi sağlayacak tek kaynak! O’nunla hem dünya, hem ahiret kurtuluşuna erebileceğimiz sağlam kulp! O’nun mesajının yayılmasıyla ümmetin kurtuluşunun, düşmanın ise mahvoluşunun gerçekleşeceği yegâne kuvvet… böyle büyük bir nimete layıkıyla şükür gerekir. İşte kendisi içinde Kur’an’ın indirildiği Ramazan ayında oruç tutmak, hem bu nimet uğrunda fedakârlık hem de şükür çeşididir.
Ayetin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır. “Ve size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı yüceltmenizi ister, umulur ki şükredersiniz.” 6
Bize Kur’an’la doğru yolu gösteren Allah’ı tekbir etmek, O’na hürmet ve saygı göstermek kulluğumuzun gereğidir.
Allah'ı Tekbir; Esasen Allah'ı tazîm ve saygı demektir ki, üç mânâ ile olur:
a) Akd-i Kalb (kalbin bağlanması)ile ki o; Allah'ın birliğine, adaletine itikatla marifetin (bilginin) sağlamlığı ve şüphelerin yok oluşudur.
b) Söz ile; yani Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini ikrardır.
c) Amel de; namaz, oruç, diğer farzlar ve şer'an caiz görülmüş şeyler gibi kulluk amelleriyle ibadet etmektir.7
Allah’ı ta’zim etmenin en güzel yolu ise; onun ismi yüce olsun, emirleri çiğnenmesin, eşi-benzeri olmayan ahkâmı yeryüzünde hâkim olsun diye gayret sarf etmektir. Bu gaye gerçekleşmediği müddetçe sadece dille “Allah-u Ekber” demenin Allah’ı tesbih etmekten öte bir manası olamaz. Ki Allah’ı tesbih etmenin gayesi de dille Allah’ı anmak, O’nu ve O’nun gerçek mahbub (sevilen) ve yegâne hâkim olması gerektiğini hatırlamaktır.
Bazı değerler, yüksek bedeller karşılığında elde edilirler. Rabbimizin bizlerden istediği farzların insana kazandıracakları hesabedilecek olsa uğrunda meşakkat çekmiş olmanın kıymeti kalmayacaktır. Allah için tutulan bir günlük orucun mükâfatını Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den gelen bir rivayette Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle ifade etmektedir. "Allah rızâsı için bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar." 8
Bu dünyada imtihan için bulunuyor olmamız sebebiyle dünya ve dünya nimetleri bize hoş gösterilmiştir. Allah kullarına nefisle birlikte ruhta vererek bizleri iki yönlü yaratmıştır. Dünyadaki bazı nimetler nefsimizi harekete geçirirken bazıları ruhumuza lezzet vermekte ve kalplerimizi diriltmektedir. Kalbi az da olsa diri olan kimse, nefsine lezzet veren şeylerin ruhunu tatmin etmediğini ve daralttığını hissedebilir. Kur’an’ın “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur9 ifadesinden de anlaşılacağı üzere nefsin zevkleri hakikî değildir. Çünkü nefis dünya nimetlerinden zevk alır ki dünya metaı da ondan alınan lezzet de kendisi gibi fanidir, anlık zevk verir. Güzel bir meyveye ulaşana kadar büyüyen arzuyu, onu yediğiniz anda hissettiğiniz lezzeti bir dakika sonra hissedemezsiniz. Onunla beraber lezzeti de bitmiştir. Bunu dünyanın bütün nimetlerine kıyaslamak mümkündür. İşte burada; bu yanlış gidişattan kendini alamayan insana rahmet eli uzanır ve yılın belli bir ayında, belli saatlerde onu bu ‘suflî zevkler bataklığından’ zorunlu olarak çıkartır. Dünyanın geçici arzularının izdihamında boğulmak üzere olan insan bütün hayatın yemek, içmek ve eğlenmekten ibaret olmadığını hisseder.
Her insanın; nefsini dünya nimetlerinden uzaklaştırarak Allah’ın verdiği manevî nimetleri hissedebileceği böyle bir döneme ihtiyacı vardır. Dünya nimetlerinin kalplerimizde önemli bir yer kaplaması, kalbin rahatlamasının, derin ve sağlıklı düşünmesinin önünde engeldir. Hâlbuki yüce Rabbimizin bizlere verdiği nimetler sadece maddî değildir. Hayatımızda belki de hiç tatmadığımız bir takım lezzetlerin olduğunu Evliyaullah’tan öğrenebiliriz. İbrahim Ethem Hazretleri bunu şöyle ifade etmiştir; “Bizde öyle bir lezzet vardır ki eğer hükümdarlar onu bilselerdi, onu bizden almak için üzerimize ordular gönderirlerdi.”
Ramazan ayı, nefsin değil de ruhun arzularına ulaşmak maksadıyla değerlendirildiğinde bu hedefe ulaşmak için önemli bir araçtır. Nefsin sesinin kesildiği, bedenin sakinleştiği ve durulduğu saatlerde ruhun sesi yükselmeye başlayacaktır. Dirilmeye başlayan kalp, Kur’an-ı Kerîm okumak, Allah’ı çokça zikretmek ve hayır-hasenatta bulunmak gibi ibadetlerle beslenecektir. Ölü kalplerimizi diriltebilmek için, öncelikle Ramazan ayını ihya etmek şarttır. Aksi halde Ramazan; gündüzleri sadece aç kalınan, akşamları tıka-basa doymak için gün boyu yemek hesaplarıyla uğraşılan ya da bazıları için gece ile gündüzün yer değiştirdiği bir zaman diliminden öteye geçemeyecektir.
Ramazan ayının nasıl ihya edileceğine gelince; İbn-i Abbas (r.a.)’dan şöyle bir rivayet gelmiştir; "Rasulullah (s.a.v.) insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ay'ı girip de kendisiyle Cebrail (a.s.) karşılaştığı zaman daha da artardı. Cebrail (a.s.) Ramazan ay'ı çıkıncaya kadar her gece Rasulullah (s.a.v.) ile buluşup, Rasulullah (s.a.v.) O’na Kur'an'ı (okur) arzederdi. Rasulullah (s.a.v.) Cebrail (a.s.) ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu." 10
Bu Hadis-i Şerif’ten Ramazan ayında Kur'an-ı Kerim'i hatmetmenin sünnet olduğu anlaşıldığı gibi, gücü yetenlerin çokça sadaka vermelerinin, hayır ve hasenatta bulunmalarının da sevap olduğu anlaşılmaktadır. Enes (r.a)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'e; "Hangi sadaka daha faziletlidir?" diye sorulunca, "Ramazan ayında verilen sadaka" buyurmuştur.11
Aç kalan açların halini, susuz kalan susuzların, muhtaçların halini anlar. İnsan oruçla; çoğu zaman hesapsızca harcadığı bir damla suyun, bir dilim ekmeğin kıymetini ve muhtaçlara yardım etmenin önemini anlamanın yanı sıra kıyamet günü en küçük bir hayra muhtaç olan nefsi için bu dünyada kıymet verdiği malından, canından Allah yolunda fedakârlık yapmanın kıymetini de anlayacaktır. Çünkü o gün insan cehennem azabından kurtulabilmek için tüm dünyayı fidye olarak vermesi gerekse vermek isteyecek fakat kimseden, salih amelden başka bir fidye kabul edilmeyecektir.
Ramazan’da önem verilmesi gereken diğer bir hususta ibadeti arttırmaktır. Bu konuda Hz. Âişe (r.anhâ), bir rivayetinde; “Rasûlullah(s.a.v.), Ramazan’da diğer aylardan daha fazla (kulluk yapmaya) çalışırdı. Ramazan’ın son on gününde de Ramazan’ın öteki günlerinden daha fazla ibadet ederdi” buyurmuştur.12  
Yine Ebû Hüreyre (r.a.)şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.), kesin emir vermeksizin Ramazan gecelerinde ibadet etmeyi tavsiye eder ve şöyle buyururdu: "Kim Ramazan’ın faziletine inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek terâvih namazını kılarsa, geçmiş günahları bağışlanır."13
Zeyd ibni Sabit (r.a.)'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) bir gece mescidde hasırdan edindiği hücresinden çıkarak hem farz namaz olan yatsıyı hem de teravihi cemaatle kılmıştı. Cemaatin teravih namazına hücum ettiğini görünce, yatsıyı kıldırıp odasına çekilerek teravihi kendi başına kılmıştı. Buhari'nin Hz. Aişe'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v.)'in teravih namazını böyle cemaatle kılması iki ve üçü geçmez. Cemaatin aşırı arzu ve taleplerine binaen "Üzerinize farz kılınacağından ve sizin de muktedir olamayacağınızdan korktum" buyurmuşlardır.
Peygamberimizin vefatından sonra halifelerden Ebubekir (r.a.) döneminin tamamında ve Hz. Ömer (r.a.) döneminde herkes kendi başına kılıyordu. Hz. Ömer; “Dağınık vaziyette teravih namazını kılan insanları bir imam arkasında toplasam iyi olacak” dedi ve Übey İbni Ka'b'ı teravih imamı tayin ederek cemaati onun arkasında topladı ve bir seferinde de "Bu şekilde teravih kılma ne güzel adet oldu" buyurmuştu. 14
Ayrıca Ramazan ayında ibadeti arttırmanın yanı sıra orucun desteğiyle küçük büyük her türlü günahtan da uzak durmaya çalışmak, bu şekilde hem orucumuzu hem de imanımızı zedelememek gerekir. Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:“Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: ‘Ben oruçluyum’ desin.”15
Yine Ebu Hureyre’den bildirildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu; “Oruçlu bir kimse yalanı ve yalanla iş yapmayı terk etmezse, onun yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın hiçbir ihtiyacı yoktur.” 16
İşte bu doğrultuda geçirilen bir Ramazan nasıl Müslümanlar için Rahmet olmasın!
Hassaten bu sıcak günlerde tutulan oruç, elbette zor bir ibadettir. Ama hayrı muhafaza edilmiş, sevabına erilmiş ve kalplerin dirilişine vesile olmuş bu ibadetin kazançlarını başka bir şekilde bulabilmek mümkün değildir. Efendimiz (s.a.v.) ne güzel buyurmuştur; “Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç anı vardır: Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Rabbine kavuştuğu andır." 17
 Ya Rabbi! Kalplerimizin ve ümmetimizin dirilişine vesile olan ve Sana kavuştuğumuzda sevabıyla rahatlayacağımız bir Ramazan geçirmeyi nasib et. (Amin)

Semra Kuytul Furkan Nesli Dergisi 15. sayı

1-       Buhârî, Savm, 6
2-        Bakara, 185
3-        Bakara, 183
4-        Bakara, 185
5-        Tefhim’ul Kur’an
6-        Bakara, 185
7-        Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri
8-        Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm 167–168
9-        Ra’d, 28
10-     Buhari, Savm, 7
11-     Tirmizi, Zekat, 28
12-     Müslim, İtikaf, 8
13-     Müslim, Müsâfirîn 174
14-     Riyazu’s-Salihin Tercümesi, Abdullah Parlıyan sf. 348.
15-     Buhari, Savm 8.
16-     Buhari, Savm, 8.
17-     Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163.


İSLAM FIKHININ KAYNAKLARI (5)


Kıyas:
Alîm ve Hakîm olan Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve selâm olsun. Ve yine selam bu kutsal emaneti taşıma uğrunda çalışan, okuyan, anlayan ve yaşayan tüm kardeşlerimizin üzerine olsun.
Kur’an, Sünnet ve İcma gibi sağlam temeller üzerine kurulan ahkâm binası, insanlığın tüm ihtiyaçlarını karşılayan eşsiz içeriği ile Efendimiz Aleyhis Salât-u Ve-s Selam’ın çağından itibaren tüm çağlara ışık tutmuştur ve tutmaya devam etmektedir. Öyle ki; bu hazinenin farkında olan sahabelerden İbni Abbas Radıyallah-u Anh bu hakikate dikkat çekerek; “Ayakkabımın ipini kaybetsem Kur’an’da ararım” 1 demektedir. Yüce Rabbimiz “Biz bu kitapta eksik bırakmadık2 buyurarak kullarının müreffeh bir hayat yaşamak için ihtiyaç duyacağı her meselenin hükmünün belirtildiğini ve izahının verildiğini belirtmiştir. Her türlü sıfatında kemal sahibi olan Rabbimiz kullarına her açıdan kâmil bir din göndermiştir. Fakat zaman değiştikçe değişen bazı araçlar ve gelişen yaşam şartları ile ortaya çıkan yeni uygulamalar ve problemler elbette ki yeni hükümleri gerekli kılacaktır. Fakat Alîm olan Rabbimiz kitabına koyduğu cihanşümul sistem ile kıyamete kadar ortaya çıkacak yenilikleri çözüme kavuşturmuştur. İşte; İslam fıkhının 4. Kaynağı olarak görülen bu yöntemin adı Kıyas’tır.
                Usulcülerin ıstılahında Kıyas’ın manası; hakkında şer’i bir nass (ayet-hadis) bulunan bir olayın hükmünü, illeti (sebebi) aynı olan fakat hakkında şer"î bir nass (ayet-hadis) bulunmayan diğer bir olaya geçirmek, her iki olayın hükmünü müsâvî (eşit) kılmaktır. 3
Bunu şöyle açıklayabiliriz:  Bu meselenin en açık, anlaşılır örneği ‘şarabın haramlığı’ meselesidir. Ayette Rabbimiz şarabın haram kılındığını açıkça bildirmektedir. Kıyasın gerçekleşmesi için hükmün sebebinin (illetinin) açık olarak bilinmesi gereklidir. Bu konuyla ilgili diğer bazı ayet ve hadisler bu haramlığın sebebinin şarapta bulunan sarhoş edici madde olduğunu göstermektedir. Şarabın neden haram kılındığını daha açık anlamak için şarabın özelliklerini düşündüğümüzde bu yasağın sebebi ne üzümden yapılması, ne renginin kırmızı olması, ne de sıvı olmasıdır. Çünkü üzüm aslen haram değildir. Bir madde sıvı veya rengi kırmızı olduğu için de haram kılınmamıştır. Geriye kalan en önemli illet (sebep), ‘iskâr’ yani sarhoş edicilik özelliğidir.
İllet tespit edildiğinde; hakkında hüküm olan meselenin yani şarabın hükmünü hakkında hüküm belirtilmeyen diğer meseleye yani diğer sarhoş edici maddelere geçirme işlemine ‘Kıyas’ denir. Buna göre kıyas konusunda en önemli meselelerden biri illetin tespiti meselesidir. Bir hükmün neden konulduğu, sebebi, hikmeti anlaşıldığında ve hükmün üzerine bina edildiği tam illet (sebeb) tespit edildiğinde o illeti (sebebi) kendinde bulunduran diğer meselelerle hükmü eşit olur. Aksi halde yani böyle bir kıyas işlemi gerçekleştirilmediğinde o hükümden elde edilmek istenen fayda temin edilemeyecektir. Mesela Allah Azze ve Celle şarabı haram kılmakla aklı, nesli hatta canı ve malı korumayı hedeflemiştir. Fakat bu haramlık hükmü sadece şaraba mahsus kalıp aynı vazifeyi gören bir diğer maddeye geçirilmediğinde hüküm hedefine ulaşmış olmayacaktır. Yani akıl ve nesil, yine korunmuş olmayacak ve bundan doğacak olan sorunlar ortadan kalmayacaktır. Bir taraftan giderilen zarar diğer taraftan devam edecektir.
Bu durumda  Kur’an ve Sünnet’te bulunan mesele, bir numune olmaktadır. Bu numune ile aynı vasıfları paylaşan her meseleye kıyamete kadar aynı hüküm yüklenmekte ve hikmet yerini bulmaktadır. Bunun neticesinde ortaya çıkan bir diğer hikmet de, her meselenin bir misalinin Kur’an ve Sünnet’te bulunmasıyla kıyamete kadar zuhur edebilecek yeni meselelere hüküm getirilmiş olmasıdır.
Yaptığımız bu genel açıklamadan sonra şunu söyleyebiliriz ki; kıyas işlemi elbette ki rastgele bir takım benzerlikler veya tahminler üzerine gerçekleştirilemez. Bazı hususî şartlar bulunmadıkça kıyas ameliyesi doğru olarak yapılamaz. Bu şartlardan bazıları asılla (yani kendisine kıyas edeceğimiz aslî mesele ile) ilgili, bazıları da diğer rükünlerle alakalıdır.
 Kendisine kıyas edilen asıl meselenin, ona kıyas edilecek fer’i meselenin, aralarında ortak olabilecek illetin (sebebin) ve geçirilebilecek hükmün elbette ki belirlenmiş şartları ve ölçüleri olmalıdır. Bu işin uzmanı olan âlimlerimiz ilmî dayanaklara göre bazı şartlar tespit etmiştir.
Bu şartlara kısaca değinecek olursak; 1- Kendisine kıyas yapılacak olan meselenin hükmünün, Kur’an ve Sünnet tarafından tayin edilmiş olması gereklidir. Yani Kur’an ve Sünnet’le sabit olmayan,ancak bir ictihada dayalı olarak tayin edilmiş bir hükme kıyas yapılamaz. 2- Kıyas yolu ile geçirilecek hükmün akılla anlaşılabilecek bir manada olması gerekir. Yani hükmün dayandığı illeti anlamak ve tespit edebilmek mümkün olmalıdır. Bu sebeptendir ki âlimler; İbadetler ve Keffaretler gibi hükümlerde kıyasın olamayacağını bildirmişlerdir. Çünkü bu hükümlerin illetinin bilinmesini Allah Azze ve Celle sadece kendisine mahsus kılmış ve hiçbir kimseye bu hükümlerin illetlerini anlama imkânı tanımamıştır. Mesela namaz rekâtlarının sayıları,  had cezalarının miktarları, Hacc’da Kâbe’nin etrafında tavafın sebebi ya da sayısı, Safa ve Merve arasında gidip gelmenin muay­yen sayılara bağlanması ve benzerleri böyledir. Bunlara kıyaslanarak başka bir meseleye adet tayin edilemez. Çünkü muayyen sayılara bağlanışın bir takım hikmetlerini anlasak da tam sebebini anlamamız mümkün değildir. Mesela zina iftirası atana yüz değnek vurulması emrinin, Müslümanın şerefini muhafaza etmek, namuslu birine iftira atmaya teşebbüs edecek olanlara caydırıcı olmak gibi hikmetlerinin olduğunu tespit edebilsek de bu sayının neden doksan değil de yüz olduğunu izah etmek mümkün değildir. Ya da öğle namazının farzının neden beş değil de dört olduğunu bir sebebe dayandırmak doğru olmaz. O halde bu gibi konularda kıyas yapılamaz. 3- Hükmün, başka meselelerde de görülebilecek bir illeti olmalıdır. Hükmün sebebi olarak görülen illetin başka bir meselede görülmesi mümkün değilse orada kıyas olamaz. Mesela; yolculuk esnasında namazın kısaltılmasına ve Ramazan orucu tutmamaya ruhsat verilmesinin başka bir meseleye kıyaslanması mümkün değildir. Çünkü bu ruhsat sadece yolculuk için geçerlidir ve o vasıf sadece yolcuda bulunur. Yani buna kıyasla ağır iş veya bitkinlik verecek bir meşakkat durumu yolculuğa kıyas edilerek namaz kısaltılır denilemez. 4- Kendisine kıyas edeceğimiz asıl meselenin hükmü sadece kendine mahsus olamamalıdır. Mesela Sahabeden Huzeyme İbnu Sabit Radıyallah-u Anh’ın iki şahit gereken durumlarda tek başına (bir ikinci şahid bulun­maksızın) şâhidliğinin kabul edilmesi Efen­dimiz Aleyhis Salât-u Ve-s Selam’ın sözüyle ona mahsus bir hükümdür. Efen­dimiz Aleyhis Salât-u Ve-s Selam “Huzeyme kim lehine şâhidlik etmişse, bu ona kâfidir” buyurmuştur.3 ondan başka Müslümanlardan fa­zilet ve takvada derecesi ne olursa olsun hiçbir ferdin Huzeyme Radıyallah-u Anh’a kıyas edilmesi sahih değildir.
‘Kıyas’ yoluyla bir hükme ulaşacağımız mesele açısından bakacak olursak, böyle bir mesele hakkında Kur’an ve Sünnet’te bir hüküm bulunmamalıdır. Çünkü bir meselede nass yoksa, kıyasa müracaat edilir. "Hakkında nass bulunan meselede ictihad olamaz" kaidesi, usulcüler katında yerleşmiş bir esastır. ‘Kıyas’ da bir ictihad çeşididir.
                Kıyas hakkında kısaca temas ettiğimiz bu şartlar bu işin ölçüsüz olmadığının göstergesidir. İslam fıkhında yapılan herhangi bir ictihad elbette ki çok ciddi dayanaklara dayanmalı, nefsin veya siyasetin karışarak tesir etmesine meydan vermemelidir. Burada kısaca anlattığımız inceliklere ve daha fazlasına vakıf olmayarak böyle mevzularda söz sahibi olmaya çalışmak kişiye sadece günah kazandırır.
                Bir sonraki sayıda bu konuya devam etmek temennisiyle hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

Semra Kuytul Furkan Nesli Dergisi 19. sayı

1-       Usulü Tefsir, İ. Cerrahoğlu
2-       En’am, 38
3-       İslam Hukuku Metodolojisi


İSLAM FIKHININ KAYNAKLARI (4)


                                                                                    İCMA;
Yine Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi, ümmetimizin kurtuluşu için mücadele eden tüm kardeşlerimizin üzerine olsun
Hayatımıza yön vermek ve bizleri Rabbimizin istediği bir hayat seviyesine yükseltmek için gönderilmiş olan Kur’an-ı Kerîm, Allah Rasûlü’nün uygulamalarıyla hayat bulmuş ve O’nun asrında yaşayan ya da daha sonra gelen âlimler tarafından her açıdan incelenmek suretiyle her detayı anlaşılmış, hayata geçirilmiştir.
Bu durum daha sonra gelecek olan ümmet için elbette ki rahmettir. Henüz Allah Rasûlü’nün atmosferinden çıkmamış ve Efendimizin yaşam şekli berrak bir şekilde hafızalarında olan bir nesil tarafından Kur’an ve sünnet enine boyuna incelenmeye devam edilmiştir. Bu şekilde teferruata dair bazı meselelerde aslen kapalı olmayan fakat bizim anlayıp yaşayabilmemiz zor olacak kısımlar hassaten sahabe âlimleri tarafından özenle incelenmiş ve en önemli kısımları üzerinde görüş birliği oluşturularak neticeye ulaştırılmıştır. Bu titiz çalışmanın kıymetini ümmet iyi bilmelidir.
İcma’ İslam fıkhının Kur'ân ve Sünnet’ten sonra gelen üçüncü kaynağıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bazı konuların hükmü icma’ ile belirlenmiştir.
İcmâ’ lügatte; "bir şeye azmetmek ve karar vermek" demektir. "İttifak etmek" de icmâ’ın manalarındandır.
Usulcülerin ıstılahında ise icmâ’; “Rasulullah(s.a.v.)’ın vefatından sonra, asırların birinde, bir şer’î hüküm hakkında İslâm müctehidlerinin ittifakıdır.” 1
Bu tarif icma’nın ne olduğunu tüm yönleri ile göstermektedir. Şöyle ki; bu tarife göre öncelikle icma edenlerin müctehid olmaları icabeder ve bu durumda müctehid olmayanların ittifakı muteber sayılmaz. Müctehid; ictihad yapan kişidir ki ictihad;herhangi bir işi yap­mak için olanca gayreti harcamak” demektir. İslam’ın hükümlerini anlamak için olanca gücünü sarfeden kişiye de müctehid denir. Bu konuda gayret sarfeden kişiye müctehid denilebilmesi için gayretin yanı sıra onda bir takım şartlarında bulunması gereklidir. Kur’an’ın dili olan Arapçayı bilmek, Kur’an ilmine sahip olmak, özellikle de Kur'an'ın hüküm bildiren âyetlerinin manalarına tam olarak vakıf olmak, hüküm içeren bütün hadisleri okumuş ve kavramış olmak, tüm hükümlerin amaçlarını iyi bilmek, fıtrî olarak doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak gibi şartlar müctehidde bulunmalıdır. Ayrıca müctehid; iyi niyetli, sağlam itikad sahibi ve doğruyu gördüğünde hemen teslim olabilecek şekilde ihlâslı olmalıdır. Müctehidlerin en büyüklerinden olan İmam-ı Azam Ebu Hanîfe, bir konuda ictihad yaptığında "Bu, bizim ulaştığımız en iyi neticedir; kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun!" derdi.
                   Müctehidlerin ittifakının farzlık, haramlık, mendupluk ve benzerleri gibi şer’î hükümler hakkında olması şarttır. Tıbba, matematiğe yahut dil bilgisine âid, şer’î olmayan bir mese­leye dâir icmâ’ların (yani ittifakların) hiçbirisi, konumuz olan şer’î icmâ değildir. Ayrıca fıkhî ilimler dışında Tıp, teknik v.s. gibi diğer bir ilim ya da fen sahasında âlim olup cehd-u ğayret sarfedenler müctehid sayılmazlar ve bu alandaki görüşlerine itibar edilmez.
Tarifte geçen “Müctehidlerin ittifakından” maksad, o asırdaki bütün müctehidlerin ittifakıdır. Hakikî icma’nın gerçekleşebilmesi için o esnada yaşayan bir tek müctehidin bile muhalefet etmemesi gerekir. Eğer müctehidlerin birçoğu ittifak ettiği halde bir tanesi muhalefet ederek o görüşe katılmamışsa o konuda icma gerçekleşmiş sayılmaz. Çoğunluğun görüşünün birleşmiş olması doğrunun o olduğunu gösterse de kat’i bir delil teşkil edemez.
Müctehidlerin müslüman olmaları da şarttır. Çünkü icmâ’ın hüccet oluşuna delalet eden deliller, icma edenlerin İslâm Milletinden olmalarının icabettiğini göstermektedir. Çünkü icmâ’nın mevzuu İslâm inancına (akideye) dayanan yahut akideyle alakalı olan yahut akideden doğan şer’î hususlardır.
                Bu vasıflara sahip olmayanların birleşmesinin kıymeti olmadığı gibi tüm insanların, müctehidlerin icma ettiği bir hükme muhalefet etmeleri de caiz olmaz. Hatta bir asırda bir mesele üzerinde icma’ gerçekleşmişse ondan sonraki asırlarda yaşayan müctehidlerin dahi o icma’ya muhalefet etme hakları yoktur. Bu sebeple müctehid olmanın şartlarından birisi de kendinden önce hakkında icma’ gerçekleşmiş olan meseleleri bilmektir. Ta ki ona muhalif bir görüş ortaya atmasın! 
                Bunun için zamanın müctehidleri ne zaman bir hadisenin hükmü hakkında ittifak ederlerse icmâ’ hasıl olmuştur; bu icmâ’a uymak lazımdır. Sonradan bazısının görüşünden dönmesi yahut farklı görüşe sahip diğer bir müctehidin ortaya çıkması icmâ’yı bozmaz.
                Böyle bir icma’nın bağlayıcı olduğu konusunda tüm âlimlerin ittifakı vardır. İcmâ’ müslümanın (kendisine uyması) mecburi olan kesin bir hüccettir (delildir). Birçok âlim icmâ’nın bağlayıcı delil olduğu hususunda birçok delil getir­mişlerdir.
Bunlardan en birinci sırada olanı Yüce Allah'ın “Kim kendisine doğru yol bes­belli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir” 2 ayetidir. Bu ayette Allah (c.c.) mü'minlerin (gittiği) yola muhalefette bulunmaya ceza vadederek, mü'minlerin yolunu, tâkîbedilmesi icabeden hakk yol, diğer yolu ise terkedilmesi icabeden batıl olarak bildirmiştir. O halde mü'minlerin ittifak ettikleri husus, kat'î olarak onların yolu olur ki kat'î olarak o hakk olur ve mutlaka ona uymak icabeder. İcmâ’nın manası da bundan başka bir şey değildir.
 Ayette; Allah'ın Rasûlü'ne uymak gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Rasûlullah'dan kesin delil gelen hususlarda Rasûlullah'a karşı çıkmakla müminlerin yolundan gitmemek aynı şeydir.  Mü’minler ittifak ve icma ile bir yol tuttukları zaman bazı kimseler müminlerin tuttuğu bu yola karşı çıktıkları halde Rasûlullah'a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet etme mevkiinde bulunmadıklarını iddia etseler de ayet; müminler yolundan gitmemenin Rasûlullah'a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmıştır. 3
Hatta İslam âlimleri, icma’ seviyesinde olmasa dahi eğer bir konuda birleşmişlerse buna da uymak icap eder ve o yoldan ayrılmak mü’minlerin yolunu yani cemaatini terk sayılır ve ayetin işaretiyle kişiyi cehenneme sevkeden bir günah olarak yazılır.
İslâm Milletinin bir iş hakkında görüş birliğinde bulunduklarında hatâ işlemeyeceğine delalet eden birçok hadisin varlığı da icma’nın delillerindendir. Rasûlullah’ın “Ümmetim dalalet (sapıklık) üzere birleşmez” hadisi bunlardandır. Bunlar gibi hadisler İslâm ümmetinin it­tifak ettikleri hususun kat'iyyetle doğru ve hakk olduğunu ifade etmektedir. Ümmetin bir konuda birleşmesinden maksat elbette ki ümmetin müctehidlerinin, âlimlerinin birleşmesidir. Müctehid olmayanlar sayıca daha çok olsalar da dinin önde gelen âlimlerine, müctehidlere tâbidirler.
                   Ayrıca icma’ya uymanın gerekliliğinin bir delili de müctehidlerin ictihadının mutlaka bir şer’î dayanağı olması gerekliliğidir. Bazan icmâ'ın dayandığı sened zannî olabilir yani kendisinde bir zayıflık bulunabilir. Meselâ; fakihler birbirine mahrem olan iki kadının bir nikâh altında birleştirilemeyeceği hakkında icmâ' etmişlerdir. Fakat bu icmâ'ın senedi olan “kadın ha­lası ve teyzesi üzerine nikâhlanamaz." 4 hadisi mütevatir değildir. Âlimlerin bu konuda ki icma’ı hükmü kat’ileştirmiştir. Dolayısıyla icma’nın mutlaka Kur’an ve Sünnetten bir dayanağı olmalıdır. Çünkü keyif, hevâ ve hevese göre bir görüş ortaya atılamaz. Böyle bir konuda ictihâd yapılamaz. İctihâd, keyfîliğe meydan vermeyen sabit metodlar, muayyen kaideler ve sınırlanmış usullere göre olur. 5
             İcma’ öncelikle sahabe asrında şekillenmeye başladı. Sahâbîler, karşılaştıkları yeni meseleler üzerinde ictihad yapar­lardı. Hz. Ömer onları bir araya toplar, kendileriyle istişare ve fikir alış-verişinde bulunurdu.  Sahâbîler bir mesele üzerine icmâ'  ederlerse devlet işlerini ona göre yürütürdü. İhtilafa düşerlerse meseleyi araştır­maya koyulurlar ve aralarındaki fâkihlerin icmâ' ettiği bir neticeye varılırsa, bu da ittifakla kabul edilirdi. Bu netice elbette ferdî görüş­lerden kuvvetli olurdu. Onlardan sonra gelen nesil ise ictihad yaparken, kendinden öncekilerin ve memleketindeki fakihlerin görüşlerine aykırı bir şey söylememek için dikkat eder ve böylece düşüncesinde yalnız kalmak istemezdi. Meselâ; Ebu Hanîfe, kendisinden önce yaşamış olan Kûfe bilginlerinin icmâ' ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterirdi. Hatta fâkihler sahâbîlerin ihtilaf ettiği hususlarda bile tamamen onların görüşleri dışına çık­mamak için çaba gösterirler ve mutlaka birinden birine uymaya çalışırlardı.
             Hataya sürükleyen gaflet bazı müctehidlerde bulunabilir, fakat müctehidlerin hepsinde birden bulunması mümkün değildir. İmam Şafiî, bu hususta da şöyle der: “Gaflet, ancak ayrılıkta olabilir; cemaat'in hepsinin birden Kitab, Sünnet ve Kıyas'ın mânâsı üzerinde gaflete düşmesi, inşallah mümkün olmaz.”İcma’ya uymak konusunda tüm âlimlerimizin ittifakı vardır fakat bahsettiğimiz konulardan da anlaşılacağı üzere tüm şartlarına haiz böyle bir icma’nın gerçekleşmesi oldukça zordur. Bazı bilginlere göre, bir asırda müctehidlerin her han­gi bir hüküm üzerinde birleşmesi imkânsızdır; çünkü müctehidler memleketin her tarafına dağılmış, böylece herhangi bir konuda anlaş­maları imkânsızlaşmış, bu kadar uzak ülkelerdeki insanların ittifak et­meleri imkân dışına çıkmıştır.
             Sonra icma’ya katılan veya muhalefet eden müctehidlerin gerçekten ictihad makamında olup olmadığının tayini hiç de kolay değildir. Bu imkânsızlık sadece sahabe asrı için geçerli olmayabilir çünkü onlar, diğer memleketlere tamamen dağılmamışlardı ve o devirde icmâ' mümkün­dü. Buna göre “kat’i delil olan icmâ, sahâbîlerin icmâ'ıdır” denilebilir. Sahâbîlerin icmâ' ettikleri meseleler sayılamayacak kadar çoktur. Tabiîler devrinde icmâ' mümkün ise de vâki olmamıştır. Onlardan sonra gelen her hangi bir asırda da icma’ asıl itibariyle mümkün görülmektedir. Ancak müctehid vasfına sahip âlimlerin bulunması ve aralarında icma’ gerçekleşebilmesinin mümkün olabileceği vasıtaların ya da imkânların olması gerekmektedir.
             Ümmetimizin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması halinde elbette ki birçok konuda yeniden bir gelişme gerçekleşecektir.  Yeni neslimizden aydın-âlimlerimizin yetiştirilmesi ile Kur’an’ın tüm çağlara hitabeden ahkâmı çağımızı yeniden aydınlatacak, çözümsüz sorunlarımıza çare bulunacak ve ümmet yeniden kuvvetli bir yükselişe geçecektir İnşaallah.
                   Ümmetimizin içinde bulunduğu bu zor durumdan bir an evvel kurtulup felaha ermesini Rabbimden niyaz ediyor, bir daha ki sayıda İslam Fıkhının Kaynaklarından 4. Sırada olan Kıyas konusu ile devam etmek temennisiyle hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

Semra Kuytul Furkan Nesli Dergisi 17. sayı
1-  A.Kerim Zeydan
2-  Nisa 115
3-  Hak Dini Kur’an Dili, Nisa 115
Buharî, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh: 37, 39
4-  A.Kerim Zeydan